Alemdar Mustafa
Paşa Rumeli askeriyle Topkapı Sarayı'nın kapısına
dayandığında
padişah IV. Mustafa hem III. Selim'in, hem de II. Mahmut'un
öldürülmesi
emrini vermişti. Selim öldürüldü ama Mahmut haremdeki
kadınların yardımıyla
kurtuldu ve ardından tahta geçti. Napolyon'un çağdaşı
olan II. Mahmut,
Fransız imparatorunun Rusya'nın üzerine yürümesinden
memnundu.
Napolyon'un başarıları
yüzyıllardır Ruslarla savaşmakta olan Osmanlıların işine
geliyordu. Dolayısıyla
Fransızlarla Osmanlıların ilişkileri bu dönemde hayli
gelişecekti.
Avrupa ve Rusya Napolyon'la uğraşırken II. Mahmut da Osmanlı
İmparatorluğunda bazı
reformlar yapma olanağını bulacaktı.
Ancak Fransa
sadece Avrupa ve Rusya'nın başına bela olacak bir Napolyon'u
çıkarmakla
kalmamıştı, aynı zamanda 1789 devrimini de gerçekleştirmiş ve bu
devrimin rüzgarı
Osmanlının egemenliği altındaki topraklara kadar ulaşmıştı.
Fransız
devriminin yaydığı fikirler, başta Balkanlar olmak üzere, Osmanlıların
da canının sıkılmasına
neden olan milliyetçi akımları birçok yerde
güçlendirecekti.
Bunlardan biri de Yunanistan'dı. Ortodoks dininin egemen
olduğu Balkanları
kendi hegemonya alanı olarak gören Rusların, Sırbistan ve
Yunanistan'ın bağımsızlığı
için uğraşmaları anlaşılır bir şeydi.
Nitekim 1814'de,
Rusya'daki Yunan tüccarları tarafından Odesa'da kurulan
"Philiki
Hetairia" örgütü Yunan bağımsızlığı için önemli bir adım olacaktı. Bir
süre sonra
Osmanlılardan bağımsızlık kazanmak için Balkanlarda başlatılmak
istenen savaş
hemen sonuçlarını vermeyecekti ama artık fitil de tutuşturulmuş
oluyordu.
Aslında
kendilerini Bizans İmparatorluğunun varisi olarak gören Rumların
Osmanlı egemenliği
altında hayli ayrıcalıklı bir statüsü vardı. Başkent
İstanbul'un nüfusunun
önemli bir kesimini oluşturan Rumlar dış ilişkiler başta
olmak üzere Osmanlı
devletinin birçok önemli mevkisini işgal ediyordu.
Osmanlı
devletinin Avrupa ülkeleriyle diplomatik ilişkilerinde kullandığı dil esas
olarak Yunancaydı.
Tabii en önemlisi de Fener Patrikhanesi'nin İstanbul'da
bulunmasıydı.
Ortodoks kilisesinin merkezinin İstanbul'da olması ve varlıklı
Fener
aristokrasisinin Osmanlı sultanlarıyla iyi geçinmeyi temel alan ilişkileri
Osmanlının
Yunan/Rum tebaasıyla olan ilişkileri açısından da belirleyici bir
öneme sahipti.
Ama ne olursa
olsun, sonuçta Yunanistan yüzlerce yıldır Osmanlı'nın egemenliği
altındaydı ve
artık çağ ulusal esaslara göre yeni devletlerin mantar gibi
fışkırdığı,
ulus-devlet modelinin evrenselleşmeye başladığı bir çağdı. Dolayısıyla
Yunanistan'ın da
kendi bağımsızlığı için ayaklanması ve savaşmaya başlaması
doğaldı. Uzunca
bir zamandan beri Yunanistan ve Arnavutluk'un bir bölümünde
fiilen hükümranlık
kurmuş Tepedelenli Ali Paşa'nın II. Mahmut'un orduları tarafından tepelenmeye
çalışılmasını fırsat bilen Yunan milliyetçileri Mart
1821'de ayaklandılar.
Asıl destek
adalardaki tüccarlardan, orta sınıftan ve köylülerden geliyordu.
Özellikle deniz
ticaretiyle uğraşan Yunan adaları hem zenginleşmiş, hem de
başta Marsilya
olmak üzere Fransa ile olan yoğun ilişkileri çerçevesinde
milliyetçi
fikirlere açık hale gelmişti. Bir yandan Tepedelenli Ali Paşa, diğer
yandan da İran'la
savaş halinde olan Osmanlı orduları ilk aşamada isyanı
bastırmakta
güçlük çektiler.
Böyle bir
ayaklanmayı pek beklemeyen II. Mahmut büyük bir öfkeye ve paniğe
kapıldı.
Paniklemişti, çünkü Rumlar hep birlikte ayaklandıklarında İstanbul'u,
en azından
Galata ve Beyoğlu'nu ele geçirirler diye korkuyordu. Nitekim gizli bir
emir vererek İstanbul'daki
Müslüman ahalinin böyle bir Rum ayaklanmasına
karşı koymak
üzere silahlanmasını istedi. Yeniçeri kışlalarına da gerektiğinde
sivil halka dağıtılmak
üzere yeteri kadar silah bulundurmalarını emretti.
Öfkesini ise
Fener Patrikhanesi'nden çıkaracaktı. Evet, yüzlerce yıldır ataları da
her türlü başkaldırıyı
kan dökerek, şiddetle bastırmıştı ve atalarından bildiği
yolu izlemesi şaşırtıcı
değildi. Ayrıca o sıralarda aşınmış olan merkezi otoriteyi,
yani kendi
otoritesini güçlendirmek için yerel otoritelerin ve ayaklanmaların
üzerine şiddetle
giderek despotlukta bir hayli ün de kazanmıştı. Ama yine de
öyle akılsızca
hareket edecekti ki, karşısındaki güçleri birleştirmekle
kalmayacak,
durduk yerde bir din şehidi yaratacak ve kendisine karşı mücadele
edenlere etkili
bir bayrak armağan edecekti.
Dönemine göre
bir "aydın" olduğu söylenebilecek padişahın "aydın despotluğunu"
annesi
"Fransız Sultan"dan aldığı ileri sürülmüştü. Ve kan dökmeye alışık bu
"aydın"
Sultan, Yunan ayaklanmasının arkasında Ortodoks kilisesinin olduğuna
inanıyordu. Öyleyse
önce kilisenin önde gelenlerini cezalandırarak işe başlamak
gerekir, diye düşünüyordu.
Oysa Fener Patrikhanesinin patlak veren
ayaklanmanın
arkasında olduğu kanıtlanamazdı. Evet, kimi yoksul papazlar ve
din görevlileri
isyancılarla beraber olabilirdi, ama Fener yöneticileri, patrik ve
piskoposlar bu
hareketten rahatsızdılar ve kendi konumlarını da tehlikeye
attığının
bilincindeydiler.
Nitekim Mora'da
ayaklanma başladıktan sonra Fener Patrikhanesi Ortodoks
Kilisesi adına
resmi bir açıklama yapacak ve ayaklanmayı kınarken Sultan'a
bağlılığını bir
kez daha vurgulayacaktı. Ancak II. Mahmut açısından bunların
hepsi oyundu.
Fener Patrikhanesi hem ayaklanmayı gizlice destekliyor, hem de
kendisini
kurtarmak için bu tür açıklamalar yapıyordu. Oysa durum böyle olsa
bile, bu açıklamanın
ayaklanan güçleri bölmek için bir silah olarak kullanılması
mümkünken
öfkesinin esiri olan padişah budalaca hareket edecekti.
İşte böylece,
Mora'daki ayaklanmanın başlamasından birkaç hafta sonra, 22
Nisan 1821'de
yaklaşan Paskalya için ayin yapılırken silahlı askerler Haliç'in
kıyısındaki
Fener Patrikhanesi'ne daldılar. Ayinin bitmesini sabırsızca
beklemeyi nasıl
akıl ettiler Allah bilir, ama ayin biter bitmez tören cüppeleri
içindeki Patrik
Gregorius ve beraberindeki piskoposlarla papazları yakaladılar.
Bir anda ortaya
çıkan cellatlar kementlerini Patrikle diğerlerinin boynuna
dolayıverdiler.
Sürüklenerek Patrikhanenin kapısına getirilen Gregorius buradaki bir çengele asılıverdi.
Tüm Rumlara gözdağı vermek için Patriğin
cesedi üç gün
boyunca orada asılı kalırken, diğer piskoposlar da İstanbul'un
çeşitli
semtlerinde aynı şekilde asılarak günlerce teşhir edildi. Sultan Mahmut
bu katliamın ardından
Rumların tepki gösterebileceğini de düşünmüş ve
İstanbul'a dışarıdan
askeri birlikler getirtmeyi ihmal etmemişti.
Ayrıca Müslüman
halk da Rumlara ve Hıristiyanlara karşı silahlandırılıp,
kışkırtıldı.
Gözü dönmüş topluluklar günlerce İstanbul'un altını üstüne getirerek
terör
estirdiler; insanları öldürdüler, kiliseleri yağmaladılar, hatta Patriğin
tahtını bile
parçaladılar.
Bu arada Sultan
Mahmut'un da öfkesi dinmek bilmiyordu. İyice çileden çıkmış
olan Padişah,
Ortodoks Hıristiyanları daha da aşağılamak ve küçük düşürmek
için Patriğin
cesedinin Yahudilere verilmesini ve bir pazar yerinde Yahudiler
tarafından ayağından
sürüklendikten sonra bir taşa bağlanıp Haliç'e atılmasını
emredecekti.
Böylece Osmanlı
Sultanı İstanbul'daki Rumların herhangi bir harekete
kalkışmasını
belki önlemişti ama bir anda imparatorluk topraklarında
yaşayanların
dörtte birini, sadece Rumları değil bütün Ortodoks Hıristiyanları
kendisine düşman etmeyi
başarmıştı.
Olanlara kayıtsız
kalmayan Avrupa devletleri Osmanlı devleti üzerinde ağır bir
baskı kurdu. Bu
arada zaten geleneksel olarak eski Yunan uygarlığından gelen
hayranlık ve bağlılık
duygulan artık tüm Avrupa'da Yunanistan'ın bağımsızlık
savaşının daha
büyük ölçüde desteklenmesini getirecekti. "Barbar Türkler"
"Uygar
Yunanlıları" böylesine vahşice katlederken Avrupa'nın hareketsiz
kalması mümkün değildi.
Ve sonuçta çok geçmeden Yunanistan tam da bu
destek
sayesinde, Avrupa'nın Hıristiyan devletlerinin eliyle bağımsızlığını
kazanacaktı.
Yunanistan'daki
ayaklanmalar Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim
Paşa'nın
ordusuyla bastırılacaktı ama Rusya ve diğer büyük devletler yapılanları
unutmayacak ve
Yunan davasının zafere ulaşmasını sağlayacaklardı. 1827'de
Navarin'de
Osmanlı-Mısır donanması ağır bir yenilgiye uğratıldıktan ve Ruslar
yine Balkanlara
indikten sonra Eylül 1827'de Edirne'de yapılan anlaşma ile
Yunanistan'ın bağımsızlığı
resmen tanınacaktı.
Öte yandan
cesedi Haliç'in sularına atılan Gregorius'un hikayesi orada bitmedi.
Bağlandığı taştan
kurtularak suyun yüzeyine çıkan ceset Rusya'ya tahıl götüren
bir Rum gemisi
tarafından bulundu. Bunun "din şehidi" Patrik için ilahi bir
mesaj olarak algılanması
kadar doğal bir şey olamazdı. Gemi Odesa'ya
ulaştığında
Gregorius dini ve vatanı uğruna şehit olmuş kutsal bir kişi, bir
"aziz"
olarak büyük bir
törenle toprağa verildi. Aslında Osmanlıya bağlı olan ve
ayaklanmacılara
karşı çıkan talihsiz adam artık bağımsızlık mücadelesi
verenlerin
elinde bir meşale olacak ve hep öyle kalacaktı.
Yarım yüzyıl
sonra Ruslar Ortodoks kiliseleri arasındaki ilişkileri geliştirmek
için Patriğin
kemiklerini anavatanı Yunanistan'a gönderdiler. Atina'daki
Metropol
katedralinin girişine defnedilen Patriğin mezarı o gün bugündür dindar
Yunanlılarca bir türbe
gibi ziyaret ediliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder