site içi arama

9 Nisan 2016 Cumartesi

GİDEMEZSİNİZ!

Öyle bir mizaç durulmaya gelmez. çi dalgalanmalıdır. Birçoklarını dinlendiren sessizlik ve
biteviyelik, onu yasamakta oldugundan süphe ettirir. Bakıslarının mavisi uçar, dudaklarının
gerginligi çözülür, sesine bir yorgunluk çöker. Bu sırada agır bir tehlike haberi bile, onun için
sevk kaynagıdır. Pırıl pırıl bakar, bir yenilmez irade çizgisi dudaklarını yeniden gerer, sesi
bütün nesesine kavusur. Birçoklarını ölüm kalım kaygısına düsüren tehlike haberini, onun
yanında, yeni sevinçlerin müjdesi sanırsınız.
Atatürk'ün yine bir bezginlik gününde idi. Kısın hemen hemen ortasındayız. Sehrin içi dısı
kara gömülmüstür. Devletin "umur-ı-cariyesi" (günlük isler) tabii akısında. Sabah dokuz
buçuk ta is, aksam bes buçukta ev. Bu "Harcıalem" (herkesce bilinen) bir hayat, bir mekik
tezgahı. Yalnız o issiz.
Bize döndü:
- Çocuklar, bir iki günlük esya alınız. Bir dolasmaya çıkalım, dedi.
Nereye gidecegimiz belli degildi. Fakat yaverine verdigi emirlere göre bir kara yolculugu
yapacaktık. O vakitler Ankara yakınlarına bile güç gidip geliyorduk. Tasrada ise yol, köylü
arabasının çamura saplanmamak için istemiyerek çıktıgı bir taslı geçitten ibaret. Kagnı devri.
Hani Sivas Valisi bir sose yapar, iki tekerlekli arabayı da hemen yasak eder, köylüler;
- Aman vali bey, kagnımızı yasak etme, biz senin yolundan gitmeyiz, diye yalvarırlar.
Yahut güney vilayetlerden birinde bir vali istasyonla kasaba arasında bir yol açmıs.
Ankara'dan bakanlar veya milletvekilleri gelince kurdelasını çözer, onlar gidince kullanılıp
bozulmaması için yeniden baglarmıs. ste o zamanlardayız.
Bala'ya belki varabildik. Fakat daha öteye? Bakanlardan biri:
- Gidemezsiniz! dedi.
Nasıl? Gidemez miydi? Birden bezginligi üstünden gitti. Demek gidemezdi. Demek
Ankara'nın beyaz hapsi içinde eli ayagı baglı idi:
- Siz vekilsiniz. Zati buradan ayrılamazsınız. Biz gideriz, dedi.
Evden birer çanta ile geldik. Arkadaslarından giyimini pek saglam bulmadıklarına
gardrobundan birer palto hediye etti. Yola çıktık.
Rusen Esref'le ben bir arabada idim. Bala'ya vardıgımız vakit gece yarısını geçmisti. Yaver
jandarma komutanını uyandırmaya gitti. Adamcagız yarı çıplak pencereden bakmıs.
- Atatürk geldi, çıkıp da bir yer hazırlatsanız...
Deyince gülmüs. Atatürk'ün bu kara kıs gecesinde Balada ne isi var? Olsa olsa bunlar birkaç
yolcudur. Kendini giyindirip sokaga çıkarmak ve yer aratmak için böyle bir bahane
bulmuslar. Penceresini, perdesini indirir, tekrar yatmaya gider. Komutanı inandırmak için bir
hayli güçlük çekmisler.
Vekilin dedigi dogru idi. Buradan ileriye gidemezdik. Geri dönmeliydik. Sabaha karsı
Ankara'ya, evlerimize kavusurduk.
Yaver geldi:
- Yola devam ediyoruz, dedi.
- Nereye gidecegiz?
- Atatürk'ü takip edeceksiniz.
Kırsehir istikametine dogrulduk. Yan bozuk sose bir müddet söyle böyle gitti. Geceyi atlattık
Atatürk arasıra arabasını durdurarak kervanın tamam olup olmadıgına bakıyordu. Nesesi ve
hiç yıpranmayan gençligi üstünde idi. Bir aralık sose durakladı. Dümdüz bir kar fakat batak
olmasından süphelendiren bir çözülmüslügü var. Atatürk'ün arabası agır oldugundan bizim
hafif araba ile denememiz lazım geldi. Biraz ilerledik, ve iyiden iyiye saplandık.
Atatürk arabası ile yan sırta dogru bir kıvrılıs yaptı, ham topragın çamurunu uyandırmadan
batagın öbür tarafına geçti. Öteki arabalar da pesinden gittiler. Rusen Esrefle ben, bir de
soförümüz saplandıgımız yerde kaldık.
Ta uzakta köye benzer bir karartının önünde bizim için yedek bir araba bırakıldıgını
görüyorduk. Oraya kadar yaya gitmekten baska çare yoktu. Bazan ayak bileklerimize kadar
batarak, çamur içinde bir hayli yürüdükten sonra, birkaç muhafız askerin bulundugu
kamyonete kadar gittik.
Ben soförün yanına geçtim. Rusen Esref arabanın içine bagdas oturdu. Altı esya ile dolu idi:
- Ne var bu örtünün altında? diye sordu. Askerler:
- El bombası efendim, dediler.
Dogrusu pek korkulu bir emniyet içinde idik.
Bir hayli gecikmistik. Aksam ve hemen arkasından gece bastı. Hava tipiye çevirdi. Soför:
- Önümü görmüyorum, diyordu.
Rusen soldan, ben sagdan tekerlek izlerine bakarak, soföre;
- Aman biraz bana dogru...
Diyor, göz yordamı ile pek yavas yol alıyorduk. Yagıs gittikçe arttıgı için izler kayboluyordu.
Durmadan camları silerek, gece vakti, bir hendege yuvarlanmamaya çalısıyorduk.
Bu bir iskence idi. Kaç saat sürdü, bilmiyorum. kide bir:
- Gidemezsiniz! sözünü hatırlayıp vekil arkadasımızı hayırla anıyorduk! Bir aralık ilk
rastladıgımız bir evde kalmayı bile düsündüm. Fakat Atatürk'ü merakta bırakırdık. Çilemizi
ister istemez dolduracaktır.
Nihayet sis pus içinde Kırsehir'in soluk ısıkları göründü. Atatürk valinin evine inmis ve agır
arabası tam konagın esiginde çamura saplanmıs. Bu da tuhaf bir seydi.
Dumanlı lamba aydınlıgında Atatürk'ü güler, konusur bulduk:
- Sizi merak ettim. Suraya buraya haber yolladık. Bir cevap da alamadık. Karnımız aç... Haydi
dogru sofraya... dedi.
Bilhassa O neseli idi. Herkes yanındakine soruyordu:
- Yarın ne yapacagız?
Çiçekdagını asarak ilk demiryolu istasyonunda hazırlanan treni bulacakmısız. Fakat acaba yol
nasıldı?
- Daha berbatmıs... diyorlardı.
Erken yattık. Bizi bir büyükçe eve götürdüler. Saç soba ile birdenbire hamam gibi ısınan,
sonra yine birdenbire dam gibi soguyan bir odanın yatak serili kerevetleri üzerine birkaç
arkadas büzüldük.
Ertesi sabah Atatürk kervan tertibini kendi üstüne aldı. Kar pek fazla idi. Yol belli degildi.
Onun için önce hafif bir Ford gidecek, arkasında jandarma yüklü bir kamyon bulunacaktı.
Ford arabasının vazifesi bize iz açmaktı. Ara sıra yoldan çıkıp kara gömüldü mü,
jandarmaların yardımıyle tekrar yolun üstüne konacaktı.
Köylülerin kar üstünde yalnız baca uçları görünüyordu. Sehrin bir hayli uzagına kadar bizi
ugurlayan vali, bir yerde arabasından indi, ve Atatürk'ü selamladı. Bembeyaz, uçsuz bucaksız
kar üstünde simsiyah bir tören esvabı ile kapkara bir silindir sapka bırakıp yolumuza gittik.
Çiçekdagını nasıl olup da asabildigimizi bilmiyorum. Kalın bir kar yıgını, sag yanımız
alabildigine uçurum, vakit gece... Çok defa "varmak" hayalini kaybediyorduk. Ölüm bir karıs
yanımızda idi. Dimdik çıkıyorduk. Bu kader midir, nedir, ona teslim olmaktı. Bu bir tevekkül
hali idi.
Bir iradenin ayrılınmaz, kopulmaz cazibesine tutulmus sürükleniyorduk. O kaderden de
kuvvetli idi. Atatürk gidecekti. Gitmeli idi.
Sonra aynı zorlukla, ayni tehlike ile indik. Ve düzlükte, direksiyonları bosanmıs dizgine
çeviren bir kaygan batak topraga düstük. Büyük bir hızla saga veya sola fırlıyarak, sanki bir
pençeden kurtulmaya çalısıyorduk.
Nihayet bütün pencerelerinin ısıkları ile tren göründü. Isınmıstı. Sofrası kurulmustu. Bu, iki
ray üstünde bir medeniyet parçası idi. Atatürk gidebilmis, götürebilmisti. Sanki bütün Kuva-yı
Milliye destanının bir senaryo denemesini yapmıstık.
Sevki, canlılıgı, gençligi ile arabasından indi:
- Tehlikeli amma, hos bir yolculuk yaptık, dedi.
- Atatürk, dedim, arabalar saplanıp kalsaydı ne yapardık?
Gözleri parlayarak:
- Ne mi yapardık? Atla, kagnı ile yolumuzu tamamlardık, vasıtamızı icat ederdik, dedi.
Mesele sık sık imkansızlık hali baglayan güçlüklerde degil, karar vermekte ve iradeyi
kaybetmemekte idi.
Çok defa, yalnız kendine güvenirdi.

Kaynak: Falih Rıfkı Atay, Mustafa Kemal'in Mütareke Defteri, Pozitif Yayınları, Kasım
2008. ISBN: 978-975-6461. Sayfa:47-52

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder