Cadılık üzerine düşünmeye başlamak, bizi
çok yönlü bir araştırmaya yönlendirir ister istemez. Bir yandan tarih ve
özellikle inanç tarihi ve siyasal tarih alanına, bir yandan da antropoloji ve
cinsiyet çalışmalarına değin pek çok bağlamda düşünmeyi ve tartışmayı
gerektirir. Hatta günümüzle bağlantı kurmaya çalıştığımızda popüler kültür bile
işin işine girer. Ancak biz meseleye cadılık anlayışları üzerine giden bir
incelemeyle yaklaşmayı deneyeceğiz. Yapmaya çalışacağımız şey, ortaçağ boyunca
kilisenin hışmına uğrayan, engizisyon kararlarıyla ve şiddet kullanılarak yok
edilmeye çalışılan cadıların kim olduklarını tartışmak ve cadının nasıl
tanımlandığı ve cadılığın ne olduğu sorularına cevap aramak olacak.
16. Yüzyıl hukukçusu Jean Bodin’e
göre dinin ve ahlakın reddi evrensel ve eskidir. Bu açıdan antik dünyanın
cadılarıyla 16.yüzyıl cadıları aslında birbirlerinden çok farklı değildir. İyi
ve kötü ruh arasındaki farklılığı bilen, kendi çocuklarını kurban etmekle
kalmayıp, ayrıca şehvet düşkünlüğü ve cinsel sapıklık içinde bulunanlar
putperest olmakla birlikte cadıdır da. Bodin’e göre cadılık ateizmdir; ateizm
ise en büyük suç ve günahtır. Cadı şeytani araçlar yardımıyla bir şeyi
denetlemeye ve yürütmeye “bilinçli” olarak çalışan kimsedir. Bilinçli olması
hukuksal olarak cadılığa yargı yolunu açar. J.Bodin’in bu düşüncesine
karşı William Perkins cadılığın evrensel olarak varolmadığını,
fakat anti-hristiyan karaktere sahip olduğunu; vaftizi reddetmeyi ve dinden
dönmeyi içerdiğini ileri sürüyordu. Bu anlamda cadılık yalnızca hıristiyanlıkta
mümkün olabilirdi ve sadece bir hıristiyan cadı olabilirdi. 16. yüzyıl
fizikçisi Johann Weyel’e göreyse cadılar zayıf, bunak, aldatılmış
ve yanlış yola sapmış yaşlı kadınlardır ve biz onlara ceza vermek yerine
sempati göstermeliyiz. Fiziksel olarak tehlikeli zehir kullanan cadılar olsa
bile bu laik bir suçtur; kimse inançlarından ve ibadetlerinden ötürü
yargılanmamalıdır. Tüm bu düşüncelerin yanında, biraz ayrıksı ve farklı olan
bir başka yaklaşım ise İsveçli fizikçiParacelsus tarafından dile getirilmiştir: Büyülü
nesneleri ve kimyasal maddeleri, yıldız ve gezegenlerle birlikte kullanmak
evrenin büyük ve doğal enerjisini kontrol sağlar ve bu enerjiyi kullanan kimse
felaketler de yaratsa cadı olmaktan çok doktordu
Bununla birlikte, özellikle köylerde, kara
büyüyü yok etmek için ak büyüyle uğraşanlar da vardı. Yararlı görülen bu
insanların şeytanla ve cadılarla başa çıkmaları konusunda komşularına yardımcı
olduklarına inanılıyordu. Halk tarafından desteklenen bu insanlar da zaman
zaman kilisenin vahşetinden paylarını alırlar.
Görüldüğü gibi iki tip cadılık anlayışı
ortaya çıkmakta: bir yanda cadıları zarar verici büyü kullananlar olarak
görenler, diğer yanda ise cadıları örgütlenmiş bir grup olarak şeytana tapanlar
olarak görenler. Gerçekten bu anlamda cadılar var mıydı?
Ortaçağ Avrupasında Cadılar
Çoktanrılı dönemin bilge kişisi kabul
edilen büyücüler, ortaçağda kilisenin yorumuyla “şeytanın uşağı” cadılara
dönüştüler. Önce, bütün aksiliklerin sorumlusu olarak yaratıldılar(!) sonra da
engizisyon mahkemelerinde öldürüldüler.
Günümüzde fantastik edebiyat oldukça
popüler. Bugün büyü denen şeyin aslında var olmayan, yalnızca masallarda
kendine yer bulabilecek bir uğraşı olduğunu biliyoruz. Ne var ki, tarihin her
döneminde durum böyle değildi. Her ne kadar bugün dünya onları televizyon
dizilerinden burunlarını oynatarak istedikleri her şeyi yapabilen tatlı yaratıklar
olarak tanısa da cadılar, özellikle ortaçağda birçok kimsenin korkulu
rüyasıydı. Geceleri dolaşarak kötülük yaptıklarına inanılan 50 yaşlarında, dul,
tırnakları uzun, pis ve şehvet düşkünü kadınlar için kullanılan cadı
tanımlaması aslında bir dinin nasıl yozlaştırılabileceğinin en iyi
örneklerinden birini de oluşturuyor. Peki neden kadınlar? Çünkü Kitab-ı
Mukaddes’te,“Efsuncu kadını yaşatmayacaksın” (Çıkış 22:18)hükmü
yer alıyor. Aziz Augustine göre, ‘havai güçler’ olan iblisler göklerden aşağı
süzülerek kadınlarla cinsel ilişkiye giriyorlardı. İşte cadılar, bu yasak
ilişkinin ürünüydü.
Cadılık inancının tarihi, ilk insan
topluluklarına dayansa da, Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlığı kabul
etmesinden sonra kabusa dönüşmeye başlıyor. Şehirler, bu tek tanrılı dinin
yayılmasına karşı çıkmazken, köylerde çoktanrıcılık devam ediyor. Ancak bu,
kilisenin, Pagan adı verilen köylüleri şeytanla işbirliği yapan cadılar olarak
tanımlamasına neden oluyor. Şeytanla işbirliği yaptıklar ve havada uçtukları,
kötülüklerini dünyaya yaydıkları söyleniyordu. Bunlar çoğunlukla halkın
cahilliğinden kaynaklanan hurafelerdi. Ne var ki, ortaçağ Avrupa’sında cehalet
o kadar yaygındı ki, açıklanamayan her şey büyüye yoruluyordu. Kilisenin
çeşitli amaçlarla yürüttüğü cadı avları da kısa sürede toplumsal bir histeriye
neden oldu. Kilise, 1233′te, mezhep sapkınlıklarını önlemek ve Hıristiyanlıktan
uzaklaşan tarikatlarla uğraşmak için engizisyonu kurdu. Cadılar da bu
mahkemelerden nasibini aldı. Ortaçağda Avrupa’da cadılık ve büyücülük
suçlamasıyla yüzlerce kişi canlı canlı yakıldı. Peki, bütün bu histerinin
ardında yatan şey neydi? Yüzyıllar boyunca ortada görülmeyen cadılar ne olmuştu
da ortaçağ Avrupa’sında böylesine ortaya çıkmıştı? Kilise birdenbire cadılara
neden düşman kesilmişti?
Büyücü avına ilişkin yaygın kuramlardan
ikisi, ağırlıklı olarak tıbbi gerekçelere dayandırılmış ve kitlesel bir
çılgınlık varsayılmıştır. Savlardan ilkine göre köylü halk aklını kaçırmıştır.
Yani büyücü fenomenine, elinde yanan bir meşale ile simgelenen, kana susamış
köylü lümpeninin kitlesel öfkesi ve kitlesel paniğinin yarattığı bir salgın
hastalık olarak bakılmalıdır. Bir diğer psikiyatrik açıklamaysa daha da
inanılmayacak bir savla, bizzat büyücülerin kendilerinin, ruhsal bir bunalım
içinde dünyayı tımarhaneye çevirdiği yolunda. Oysa gerçekler ne illegal bir
lümpen hareketi ne de histeriye kapılmış kişilerin hezeyanları olarak
açıklanabilir.
Hemen hemen dünyanın her toplumunda bir
çeşit cadı kavramı vardır. Ama Avrupa’nın cadı çılgınlığı başka yerde patlak
veren herhangi bir benzerinden daha canavarca, daha uzun süreli olmuş ve çok
daha fazla sayıda kurban ortaya çıkmıştır. İlkel toplumlarda suçu ya da
suçsuzluğu belirlemenin bir parçası olarak acı veren çok çetin deneyler
kullanılmış olabilir. Ama hiçbirinde cadı olduğu düşünülen kişilere, diğer
cadıların adını vermeleri için işkence yapılmamıştır. Hatta Avrupa’da bile
işkence, ancak 1480 tarihinden sonra bu amaçla kullanılmıştır. MS. 370
İskenderiye Tarihin ilk bilinen kadın matematikçisi Hypatia, rüyalar, astronomi
ve matematikle uğraştığı için, kilisenin iftirası üzerine cadı ilan edildi.
Suçlama:
“Kadının okumuşu cadı olur”
idi. Elbette bu farklı bir yorumdu, lakin
cadılığın nasıl türediğini bize açıklayabilirdi. MS 1000 yılından önce komşusu
tarafından sözde şeytanla görüldüğü için öldürülen hiç kimse yoktur. İnsanlar
birbirini sihirbaz ya da cadı olmakla ve kötülük yapmak için kullandıkları
doğaüstü güçlere başvurmakla suçlamışlardı. Havada uçabilen ve korkunç hızlarla
büyük mesafeler geçen bazı kadınlar hakkında çeşitli şeyler anlatılıyordu. Ama
yetkililer sözde cadıları yakalayıncaya kadar bunları kovalamak, bulmak için
araştırma yapmak ve suçlarını itiraf ettirmek için işkence yapmak benzeri
eylemlerle ilgilenmiyorlardı. Aslında, Katolik kilisesi başlangıçta havada uçan
cadı gibi şeylerin var olmadığını, süpürgeye binmelerini şeytanın yarattığı bir
hayal olarak kabul edildiğini ısrarla belirtmiştir. MS 1000 yılında böyle
uçuşların gerçekten yapıldığına inanmak yasaklanmıştır; sonraları, yaklaşık 500
yıl sonra, 1480 yılındaysa bu uçuşların yapılmadığına inanılması
yasaklanmıştır. MS 1000 yılında kilise, cadıların süpürgeye binme eylemlerini
şeytanın ürettiği bir simge olarak görüyordu. Beş yüz yıl sonra kilise süpürge
sopasına binme olayının yalnızca bir simge olduğunu savunanların, şeytanla
birlik olduğunu resmen öne sürdü.
Araştırmacı yazar ve tarihçi Giovanni Scognamillo “Medeniyetler Çatışmasında Batı’nın
İnanç Temelleri” adlı kitabında engizisyon mahkemeleri ile ilgili şunları
anlatıyor:
“1834′e kadar süren bu mahkemelerde,
papaların kararları ve desteği ile kilise, tarihin en kanlı ve korkunç
sahifelerini katliamlar ve işkenceler ile dolduruyor. Dini bir kuruluş olan
engizisyon, bağlı olduğu kurumu, hiçbir şeyden kaçınmadan ve hiç kimseden korkmadan
vargücüyle savunuyor. Cadılık adı altında siyasi çıkarları destekleyerek,
kilisenin en korkutucu silahı oluyor. Jeanne d’Arc, cadı olarak yakılıyor.”
(Jeanne d’Arc: Fransız halk kahramanı. Erkek kılığına girerek İngiliz işgaline
karşı savaşmış; esir düştükten sonra diri diri yakılmış. Engizisyon tarafından
dine karşı gelmek ve büyücülük yapmakla suçlanan Jeanne d’Arc, 1920′de Vatikan
tarafından azize olarak kutsanmış.)
Amerikalı Fizikçi Carl Sagan‘da, “Karanlık Bir Dünyada
Bilimin Mum Işığı” adlı kitabında,
“Cinselliği bastırılmış, erkek egemen bir
toplumda, yargıçları bekar kalmaya mahkum edilmiş rahipler tarafından gelen bir
ortamdan bekleneceği gibi, engizisyonda güçlü cinsel ve kadın düşmanı öğelerin
de söz konusu olduğu biliniyor”
yorumunu yapıyor.
Katolik kilisesi başlangıçta havada uçan
cadı gibi şeylerin var olmadığını, süpürgeye binmelerini şeytanın yarattığı bir
hayal olarak kabul edildiği görüşü Canon Episcopidenilen bir belgede düzenlenmiştir. Cadı çetelerinin geceleri uçtuklarına
inanan Canon, şöyle uyarır:
“Aklı imansız olan kişi bu şeylerin ruhta
değil, vücutta olup bittiğini sanır. Başka deyişle, şeytan sizi ya da
başkalarını geceleri uçtuğunuza inandırır, ama ne siz ne de başkaları gerçekten
uçuyor olamazsınız.”
“Gerçekten” sözcüğünün ne anlama
geldiğinin ve gerçek sözcüğünün daha sonraki tanımlarından farkının kesin
ölçüsü bulanık olmuştur: Sizin ya da düşçü arkadaşlarınızın, başkalarıyla
havada uçtuğuna inandığınız bir kişi günah işlemiş olmakla suçlanamaz.
Başkalarının orada bulunmuş olmaları yalnızca bir düştür, başkaları sizin
düşlerinizde yaptıklarınızdan sorumlu tutulamazlar. Ancak, düş gören burada
kötü düşünceler taşıyordur ve bu nedenle cezalandırılmalıdır. Bu ceza şekli
sonradan olacağı gibi yakılmak değil, aforoz edilmekti.
Engizisyon Sapkınlığı
Canon Episcopi’nin hükümlerinin tersine
çevrilmesi birkaç yüzyıl aldı. Bu süre sonunda cadıların kendilerini hem beden
hem de ruhça havada uçurduklarını yadsımak, dinsel öğretiye karşı işlenmiş bir
suç sayıldı. Gezi gerçeği saptandıktan sonra itirafta bulunan her cadıyı, Sabbat olarak adlandırılan cadı ayininde bulunan
öteki insanlar hakkında sorguya çekmek olanağı bulunurdu. İşte bu durumda
uygulanan işkence, zincirleme bir tepkime gibiydi. Her cadı otomatik olarak iki
ya da daha çok sayıda yakılacak aday bulunmasına yol açardı. Sistemin pürüzsüz
yürümesini sağlamak için geliştirilmiş başka yöntemler de vardı. İşkencecilerin
ve cellatların hizmetlerine ilişkin harcamalar cadının ailesine ödetilir,
böylece harcamalar düşük gösterilirdi. Yerel makam sahipleri arasında cadı
avcılığı için büyük bir coşku oluşabiliyordu, çünkü bunlar cadılıktan hüküm
giymiş birinin mülklerine el koyma yetkisine sahiptiler. Bir cadı avlama
sisteminin üzerinde daha on üçüncü yüzyılda durulmuş, ama bu sistem cadılarla
savaşın bir parçası olarak değil de, Hıristiyanlığın içinde ortaya çıkan sapkın
mezheplere karşı kullanılmıştı. Katharlar, Waldesyenler, Dolcinienler,
Bogomiller gibi Katolik kilisesini tehdit eden unsurlara karşı savaşmak için
Engizisyon mahkemesi kuruldu. Fransa, Almanya, İtalya gibi ülkelerde
Engizisyon’un kovuşturmasına uğrayan dinsel gruplar yer altına çekildiler,
gizli hücreler oluşturdular ve saklı toplantılar yapmaya başladılar.
Engizisyon, düşmanın gizli etkinlikleri yüzünden çabalarının sonuçsuz kaldığını
görünce, sapkınları itirafa ve suç ortaklarını açıklamaya zorlamak üzere onlara
işkence yapmak için Papa’dan izin istedi. Bu izin Papa 6. Alexander tarafından
verildi.
Sapkınları, dine küfredenleri, büyücüleri,
şeytani işlerle uğraşanları meydana çıkarıp halkı bu kötü insanların şerrinden
korumak için, Kutsal Roma Kilisesi 12. yüzyılda bütün Avrupa’da etkili bir
soruşturma komitesi kurulmasına karar verdi. Aslında daha önce de böyle yerel
komiteler kuruluyor ve zararlı sapkınların cezası veriliyordu. Ama,
cezalandırmalarda ipin ucunu kaçıranlar artınca, Papalık bu işi ele almak
zorunda kaldı. Adını “soruşturma” anlamındaki Latince “inquisitio” kelimesinden
alan bu kuruluşun yetkileri, ancak 1908 yılında Papa Pius X tarafından Kilisenin modernizasyonu
sırasında kısıtlanabilmiştir.
Umberto Eco, Gülün Adı adlı romanında, yedinci bölümde
rahip Jorge’nin ağzından Kilisenin felsefesini çok anlamlı bir biçimde dile
getirir:
“Kilise kanununun adı Tanrı korkusudur.
Halk devamlı korkmalıdır ki Tanrı’nın gölgesi olan Kilise ayakta kalabilsin.”
Engizisyon işte bu amaçla kurulmuştu ve
uzun yıllar boyunca görevini hiç acımadan yerine getirdi.
Engizisyon’un en çok hışmına uğrayanlar,
hiç şüphesiz cadılardı. Aslında cadılığın kökünde, Avrupa’ya kuzeyden gelen
barbar kavimlerin doğaya ve bilinmeyene olan tutkusunu bastırıp halkı batıl
inançlarla korkutmaya çalışan Kilise’ye karşı bir protesto vardır. Bu protesto
en çok İngiltere adasında kendisi göstermiş ve halkın yoğun tepkisi sayesinde
buraya Engizisyon girememiştir. Günümüzde Margaret Murray tarafından gayet iyi bir yorumla
sunulan bu Witch kültü, Batı Avrupa’da Hıristiyanlığa karşı pagan dinlerin yeniden ayaklanışı anlamını
taşır.
Murray’in 1921′de yayınlanan The Witch-Cult in
Western Europe adlı araştırmasında, cadılarla
periler ve elfler arasındaki bağlantı şöyle tanımlanır: (App.I)
“Bir zamanlar Avrupa’da yaşayan cüce
ırktan çok az elle tutulur bakiye kalmıştır günümüze. Ama bu ırk elfler ve
perilerle ilgili birçok hikayede varlığını koruyabildi. Her yedi senede bir
kendi tanrılarına bir insanı kurban etmelerinden başka bunların dini inançları
ve gelenekleriyle ilgili bir bilgimiz yok… Cadıların, bu periler olarak bilinen
ırk ile güçlü bir bağlantısı olduğu kesindir. Tahminimce, üç yüz yıl öncesine
kadar, peri ırkına bağlı gelenekler devam etmiştir ve bu gelenekleri
sürdürenlere de cadı (Witch) denmiştir.”
───☼☼───
Sapkın mezhepler işkence gördüğü sırada
cadılar hâlâ Canon Episcopi’nin hükmü altındaydı. Cadılık bir suçtu ama dinsel
bir sapkınlık değildi. Çünkü sabbat adı verilen cadı toplantıları imgesel bir
uydurmaydı. Zamanla Engizisyon sorgucuları cadılık davaları konusunda yargı
yetkisinden yoksun olmaları nedeniyle, gittikçe hoşnutsuz bir tavır içine
girdiler. Onların anlayışına göre, cadılık artık Canon Episcopi’nin uygulandığı
dönemlerdeki gibi değildi. Yeni ve çok tehlikeli bir cadı türü gelişmişti. Bu
cadı türü sabbatlara gerçekten uçarak gidebiliyordu ve diğer sapkın mezheplerin
gizli uzantıları gibi davranıyorlardı. Eğer cadılar da öteki sapkınlar gibi
işkenceden geçirilebilirlerse, onların itirafları çok daha geniş bir suikast
örgütünü açığa çıkarabilirdi. Sonunda Roma bu yönde gelen taleplere boyun
eğdi. 1484’de Papa Innocentius VIII, kendi
kurtuluşlarına aldırmaksızın katolik inançtan saparak şeytana teslim olanları
cadı ilan ederken kafasında bu düşünce vardı. Kilise, kendisinden farklı
olanları hazmedemeyecek/kabul edemeyecek ve onları engellemenin ve
cezalandırmanın yollarını arayacaktır. Almanya’nın her yerinde cadıların kökünü
kazımak için 1484 yılında yayımladığı bir kararnameyle, Engizisyoncu Heinrich Institor Kramer veJakob Sprenger‘e, Engizisyon’un bütün yetkilerini
kullanma izni verdi.
Kramer ve Sprenger
Kramer ve Sprenger 1497’de, her cadı avcısının el kitabı olarak
kullanılan “Cadıların Çekici” (Malleus
Maleficarum) adlı bir kitap yazdılar. Kitapta cadıların
nasıl büyüler yaptıkları ayrıntılı olarak anlatılır. Sözgelimi süt büyüsü yapan
bir cadı için şöyle yazılmıştır:
“Süt büyüsü yapacak cadılar, genellikle
kutsal günlerde gece yarısı evlerinin herhangi bir cephesinin önünde
toplanırlar. Bacaklarının arasında süt teknesi olduğu halde büyüyü uygulamak
için çömelen cadı, elindeki bıçağı, baltayı ya da sivri uçlu bir nesneyi ağaca
saplar ve inek memesinden süt sağarmışçasına aynı hareketi baltanın, bıçağın
sapına uygular. Bir yandan da her zaman yanına gelmeye hazır bekleyen şeytanı
çağırır. Büyü yapılan komşunun ineğinin memelerindeki süt, şeytan tarafından
saplanmış nesnenin sapından büyücünün teknesine akar.”
Kitapta, cadıların nasıl meydana
çıkarılacağı ve cinlerle ilişki kurduklarını itiraf etmeleri için hangi işkencelerin
yapılacağı ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Kitapta,
“Acaba cinler tek başlarına kötülük
yapabilirler mi, yoksa bir cadının yardımı gerekir mi?”
sorusuna
“Onlar mutlaka kendilerine yardım etsin
diye birisini bulup kandırır ve onun vasıtasıyla kötülüklerini daha etkili
biçimde yayarlar”
cevabı verilerek halktan kimin cadı
olduğunu tahmin edip hemen bildirmeleri isteniyor.
Kramer ve Sprenger, cadıların bazılarının
yalnızca simgesel olarak sabbata katıldıklarını; ama çoğunun oraya gerçekten de
gövdelerini taşıdıklarını kabul ettiler. Her iki durumda da sonuç aynıydı,
çünkü oraya yalnızca imgesinde uçan cadı, olan bitenleri tıpkı gövdesini
taşımış cadı kadar güvenilir biçimde görmektedir. Bir kocanın, karısının
yatakta yanında olduğuna yemin ettiği ama başkalarının onu sabbat ayininde
gördüklerine ilişkin tanıklık ettikleri davalara gelince, burada adamın
dokunduğu kadın karısı değil, onun yerini alan bir şeytandır. Belki de Canon
Episcopi’nin öne sürdüğü sava göre uçuş yalnızca imgeseldi. Ne var ki cadıların
verdikleri zararın imgesel olduğu nasıl düşünülebilirdi ki? Akla gelebilen her
yıkım sığırların ve ürünlerin yok olması, çocukların ölümü, acılar ve ağrılar,
sadakatsizlik ve delilik cadılardan kaynaklanıyordu. Bütün bunların ardından,
Cadıların Çekici adlı kitap, cadıların tanınmaları, suçlanmaları, sorguya
çekilmeleri ve işkenceden geçirilmeleri işlemlerinin nasıl yapılacağını anlatan
bir bölümle son bulur.
“Kim ki birinin zındık ya da büyücü
olduğunu bilmektedir ya da duymuştur, ya da kim ki böyle birinin insanlara,
hayvanlara ya da tarlalardaki ürüne yönelik, devlete zarar veren herhangi bir
uygulamasına tanık olmuştur, on iki günlük süre içinde bizleri haberdar etmek
zorundadır…”
Büyücü ihbarında ihmali görülen herkes,
kiliseden kovulmak ya da fiziki cezalardan birine çarptırılmayı göze almak
zorundaydı. Sanıkların suçlarını itiraf etmeleri için tüyler ürperten
işkenceler uygulanırdı. Genellikle sanığın önce giysileri çıkarılmakta, sonra
da tırnak sökme, çarmıha germe, kemik kırma, susuz bırakma, dayak atma gibi
işkencelere tabi tutulmaktaydılar.
Sprenger, nedense aklını kadınlara fena
takmıştı. Cadıların kesinlikle kadınlar arasından çıktığına inanıyordu. 1631 yılında Friedrich von Spee tarafından kaleme alınan Cautio Criminalis adlı eserde ise bütün bu
kepazeliklerin din adına yapılmasının utanç verici olduğunu belirten yazar, bir
dedikodu uğruna cadı diye damgalanan kadınları çırılçıplak soyup en mahrem yerlerine
kadar inceledikten sonra öldüresiye işkence etmenin ilahi adaletle bir ilgisi
olmadığını savunur. Ancak, unutmayalım ki bu tarihte Almanya’da dini reformlar
yerleşmiş ve insanlar yobazların baskısından kısmen de olsa kurtulmuşlardı.
Carl Sagan, “Cadıların
Çekicini”ni, “işkencecinin teknik el kitabı” olarak
niteliyor ve cadı yargıçlarının bir ellerinde bu kitap, diğer ellerinde de
Papa’nın fermanı ile Avrupa’nın her yerinde mantar gibi türediklerini yazıyor.
Cadı avının kısa sürede bir gider hesabı yutturmacasına döndüğünü belirten
Sagan, şu bilgileri veriyor:
“Tüm soruşturma, dava ve infazların
giderleri, davalının kendisinden ya da akrabalarından alınıyordu. Cadıyı
avlamak üzere görevlendirilmiş casusların ödülü, gardiyanların şarabı,
yargıçların şöleni, daha deneyimli işkenceci getirmek için görevlendirilenin
yol giderleri, odun, katran ve celladın ipi, giderler arasındaydı. Mahkeme
heyetinin üyelerine, yaktırdıkları her cadı için ikramiye de ödeniyordu. İdam
edilen cadının mal varlığı, eğer geriye bir şeyi kalmışsa, kilise ve devlet
arasında bölüşülüyordu. Bu yasa ile toplumsal ahlak onaylı kitle cinayeti ve
hırsızlık kurumsallaştıkça, çevresinde büyük çaplı bürokrasi oluşarak, ilgi
alanı yoksul acuzeler olmaktan çıkıp orta sınıftan dişe gelir kadın ve erkekler
olmaya başladı.”
Şifa, Hekimlik ve Cinsiyet
Cadı olduğu düşünülen bir kadının bir
başkasına büyü yoluyla zarar verip vermediğinin, doğal ve diğer felaketlere
neden olup olmadığının somut olarak kanıtlanamayacağı, ancak inanç düzeyinde
bunun böyle olduğu ortaya konulabileceği düşünüldüğünde; hatta kimin cadı olup
olmadığının belirlenmesinin de keyfiyete dayandığı hesaba katıldığında, cadılar
için gündeme getirilen yasal düzenlemeler, yasaklar ve ölüm cezalarının iktidar
olanlar tarafından, kendi iktidarını özellikle de kadınlar üzerindeki
iktidarını güçlendirmek ve yeniden üretmek için kullanılabileceği açıkça
görülebilir. Yoksa kim kanıtlayabilir, Batı Almanya’nın güneyindeki bir
kasabada şiddetli dolu fırtınalarının sorumlusu görülüp cadı olarak yakılan 63
kadının gerçekten o felaketlere neden olduğunu.
Sabbat ayinleri düzenlemekle suçlanan ve
şeytanla işbirliği yaptığı iddia edilen kişilerin çoğunun kadınlar olması,
ortaya değişik savların çıkmasına neden oluyor. Bunlardan bir tanesi dönemin tıbbının
ve şifacılığının kadınların elinden alınarak tamamen erkek egemen bir düzenin
kurulmasıyla ilgili. Bu sava göre o dönemde büyücü ya da cadı olduğu iddia
edilen kişilerin büyük çoğunluğu, bazıları bugün bile farmakoloji alanında
kullanılan şifalı otlar yardımıyla insanları sağaltan şifacılardı. Sözgelimi
cadı ya da büyücü olduğu iddia edilen kişiler bazı otlar yardımıyla doğumu
kolaylaştıran, iltihap dağıtan, ağrı kesici olan ilaçlar elde ediyorlardı. Bu
dönemde kiliseye bağlı hekimlerse kadının doğum sırasında çektiği acıların,
işlenen ilk günahtan dolayı olduğunu öğreniyordu. Şifa dağıtan cadıların
yöntemleri ve elde ettikleri sonuçlar Katolik kilisesi için önemli bir tehdit
oluşturuyordu; çünkü cadı olduğu söylenen kişiler uygulamacıydılar. İnanç dünyasının
duaları ve kilisenin katı dinsel öğretisinden uzak duruyor, deneme yanılma
yöntemiyle elde ettikleri neden sonuç ilişkisine itibar ediyorlardı.
Hastalıklar için, gebelik ve doğum için en uygun ilacı bulmak amacıyla
çalışıyorlardı. Kilisenin gözüne büyü gibi görünen şeyler bir anlamda o çağın
bilimi sayılabilirdi. Kiliseyse tümüyle deneyselliğin karşısındaydı. Kilise
için doğadaki fiziksel oluşumların arkasındaki yasaları araştırmak anlamsızdı.
Dünya Tanrı tarafından bir anda yaratılmıştı; herhangi bir anda yok
edilebilirdi. Büyücü ya da cadı oldukları iddia edilen şifacılar pratik
çalışmalarını halk katmanları arasında sürdürürken, egemen sınıflar tıp
dünyasında kendi temsilcilerini ortaya çıkarıyordu: Üniversite eğitimi almış
doktorlar.
Ortaçağın bu döneminde Araplarla
ilişkilerin sıklaşması nedeniyle Avrupa’da bilimsel anlamda bir canlılığın
başladığı göze çarpıyordu. Tıp da bu canlanmadan etkileniyordu. Ne var ki
kilisenin katı baskıcı tutumu, tıbbın belirli bir çerçeveye oturtulmasını ve
bunun dışına asla çıkılmamasını zorunlu kılmıştı. Ortaçağ tıp eğitimi kilise
doktriniyle çatışmayacak şekilde düzenlenmişti. Okumuş doktorlar bir papazın
izin ve yardımı olmaksızın hiçbir tedavi uygulayamıyorlar, günah çıkarmaya rıza
göstermeyen hastalaraysa hiç bakamıyorlardı. Doktor bedeni tedavi ederken ruha
zarar vermemeliydi. Tıp eğitimi alan doktorlar için bu, zaman zaman akla ters
düşecek uygulamalar anlamına gelebiliyordu. Öğrenimi sırasında hiç
karşılaşmadığı hastayla ilk defa yüz yüze geldiğinde doktorun yaptığı şey,
hurafelere dayanan adetleri uygulamaktı. Oxford Üniversitesi’nden bir tıp
doktorası ve teoloji bakaloryası olan Doktor Edwards’ın, diş ağrısına karşı bir
hastanın çene kemiği üzerine “baba, oğul ve kutsal ruh adına amin!” yazdığı
söylenir.
Hekimlik üniversite eğitimini gerektiren
bir meslek olarak ortaya çıktıktan sonra, bu mesleği yasal olarak kadınlara
kapatmak çok zor olmadı. Böyle bir eğitimin giderlerini kolayca kendileri
karşılayabilen üst katmanlardaki kadınların bile önlerinde, yalnızca erkek
doktorların mesleklerini uygulayabileceklerini belirten lisans yasaları vardı.
Yani ayrıcalıklı kadınlar belki tıp okuyabilir, ama kesinlikle doktorluk
yapamazlardı. Aslında bu önleyici yasaları uygulamak o kadar da kolay değildi.
Bir avuç okumuş erkek doktorun karşısında birçok sağlık pratisyeni bulunuyordu.
Ama bu yasaların asıl hedefi köylüye şifa dağıtan kadınlar değil, okumuş erkek
doktorlarla birlikte, aynı şehirli hasta çevresine hizmet veren kadınlardı.
Sözgelimi 1322′de Paris Üniversitesi Tıp Fakültesi, Jacoba Felicie adlı bir
kadını mahkemeye vermişti. Jacoba, şifa dağıtmakta başarılı ama tıpla ilgili
eğitim almamış bir kadındı. Hastaları, ona gelmeden önce öğrenim görmüş ünlü
doktorlara gitmiş insanlardı. Mahkemede suçlandığı temel noktalarsa şunlardı:
“… hastalarının iç hastalıklarını ve
enfeksiyonlarını, hem de dış iltihaplanmaları tedavi etmiştir. Yorgunluk nedir
bilmeksizin bütün hasta ziyaretlerini kabul etmiş, doktorların başvurduğu aynı
yöntemlerle idrar tahlili, nabız sayımı, vücut ve organların yoklanması ile
muayenesini yürütmüştür.”
Altı tanık, başka birçok doktora
başvurdukları halde ancak Jacopa tarafından iyileştirildiklerini; cerrahide ve
tıpta Paris’te hiçbir doktorun erişemeyeceği bir yetkinliğe sahip olduğunu
söyledi. Ama bütün bu kanıtlar onun aleyhine değerlendirildi, çünkü öne sürülen
asıl suçlama onun yetkin olup olmadığı değil, bir kadın olarak hasta
iyileştirmeye kalkışmasını hedef almıştı.
Benzer bir gerekçeyle de İngiliz
doktorları parlamentoya bir dilekçe vermişler, bazı gereksiz ve muzır
kadınların “fizikçilik mesleği”ni icraya cesaret etmeleri nedeniyle yüksek para
ve hapis cezalarıyla cezalandırılmalarını istemişlerdi. 1400′lerde artık doktorluğun,
şehirli okumuş tıp pratisyenlerine karşı verdiği savaş bütün Avrupa’da zaferle
sonuçlanmıştı. Bu zafer, üst düzeylerin sağlık hizmetlerinde erkek doktorların
tartışmasız tek yetkili olduğunu getirmişti. Bunun dışında kalan sağlık
pratisyenlerinin büyücülükle suçlanıp ortadan kaldırılmalarının önü, kilise
tarafından açılıyordu. Öyle ki cadılık suçlamasıyla kovuşturulan kadınların
büyüyle uğraşıp uğraşmadığına ya da büyülerinin zararlı olup olmadığına karar
veren kişiler, doktorlardı. Cadıların Çekici’nde şöyle yazıyor:
“Ve bir hastalığın büyüleme yoluyla mı
yoksa fiziksel bir etkiyle mi ortaya çıktığını ayırabilmek için her şeyden önce
bir doktorun tanısına başvurmak gerekir.”
Büyücü avları süresince kilise de,
doktorların profesyonel tababetini açıkça yasal olarak tanımlamışken,
profesyonel olmayan tababeti, büyücülük uğraşıları içinde sınıflamıştı:
“Eğer bir kadın eğitim görmeksizin birini
tedaviye kalkışırsa, bu kadın bir büyücüdür ve ölmek zorundadır.”
Sonuçta büyücü safsatası, doktora, günlük
uygulamalarında kendi dışındakilere çamur atmak için hoş bir fırsat yaratmış
oldu. Onun iyileştiremediği her şey belli ki büyücülüğün ürünüydü.
───☼☼☼☼☼☼───
Cadı Suçlaması
Aslında cadılıkla suçlanmak için öyle
olağanüstü bir nedene de gerek yoktu. Birinin vücudunun herhangi bir yerinde
beni ya da doğum lekesi varsa, bu, o kişinin şeytanla işbirliği yaptığının
kesin kanıtı sayılıyordu. Ya da ormanda yabani otlar toplayıp sebze çorbası
yapan kadınlar, emri altındaki cinlere ziyafet vermekle suçlanıp cezalandırılıyordu.
Eğer bir kadın, kilisedeki ayin sırasında esnerse, kadının içindeki cinin
kutsal sözleri duyup kaçmaya çalıştığı düşünülüyordu. Birisinin cadı olup
olmadığını anlamak için Hıristiyan dünyasında yapılan işlemler de ilginçlik
gösteriyor. Örneğin, vaftiz suyuna atılıp da batmayanlar, vaftiz suyunun onları
istemediği gerekçesiyle cadı sayılıyorlardı.
Bir kadının cadı olduğunu anlamak için
işkence türleri:
o
Kızgın Demir Deneyi: İki
el ile kızgın demir tutturulur. Elleri yanmamış ya da az yanmışsa, şeytanla
işbirliği içindedir.
o
Soğuk Su Deneyi: Kadın;
çıplak, el ve ayakları birbirine bağlı olarak suya bırakılır, batmadan kalır ve
yüzerse şeytanın işgalindedir.
o
Tartı Deneyi: Kadının
saçları kesilir, giysileri çıkartılır, kendisine bakılarak bir kilo tahmini
yapılır. Gerçekten tartıldığında, edilen tahminden daha ağırsa şeytanla
işbirliği içindedir.
o
Gözyaşı Deneyi: Kadın;
suçsuz ise ağlar; gözünden yaş gelmiyorsa, şeytan engelliyordur, suçlu bulunur.
Aslında suçlamak istediğiniz bir kadına
karşı her şey cadılık için kanıt sayılıyordu: Kadının fazla çalışkanlığı ya da
tembelliği; kronik bir hastalığı ya da aşırı sağlıklı olması; şifacılığı veya
ebeliği; evinin üzerindeki kara bulut olması ya da fazla açık hava olması;
doğuştan kızıl saçları olması (İsa’nın eşi Mary Magdelena nedeniyle),
iffetsizliği… vs. Cadılığın olmadığını söylemek ise, İncil’i inkar etmek
anlamına bile gelebiliyordu.
Bir de Cadı olduğu kesin olanlara yapılan
işkenceler vardı, Köln Başpiskoposunun 1757′de cadılar için onayladığı işkence
maddeleri de şunlar:
o
Su İşkencesi: Kadın,
sıkıca bağlanır, huni yardımı ile zorla ağzından sindirim borusuna su dökülür.
Sindirim organları, fazla sudan dolayı patlar.
o
Metal Tıkaç: Armut
şeklinde bir alet olup, zorla ağza sokulur, vida ile iyice açılır ve bu esnada
tüm dişler kırılır. Cadı, suçunu itiraf etmeye hazır olduğunu işaret edinceye
kadar, çene kemikleri birbirinden ayrılır.
o
Ayaklık: Ayakları,
kan damarları çatlayana kadar, demir mengenede sıkıştırılır. Bu esnada
kemikleri de kırılır.
o
Diri Diri Suda Boğma: Kadının
iffetsizliğini sembolize eden bir canlı maymun, baştan çıkartıcılığını gösteren
canlı yılan ve cadılığının işareti kedi, kadınla beraber bir torbaya konur ağzı
sıkıca bağlanır ve suya atılır.
o
Diri Diri Toprağa Gömme
o
Dört Atla 4 Ayrı Yöne Çekerek Parçalama
o
Kafasını Kesip Yakma
o
İşkence Çarkında Canlı Canlı Parçalama
o
Diri Diri Yakma
Cadının ölümüne hemen izin verilmez,
işkence ile acı çekmesi temel amaçtır. Ölmeden önce, cadının içindeki şeytandan
onu arındırmak böylelikle öte dünyaya daha az günahkar gitmesi amaçlanır.
Cadıdan alınan masraflar:
o
Hapiste cadıyı ziyaret eden papazların
parası.
o
Yakılacağı odunların parası.
o
Yakılışını izleyen askerlerin içki parası.
───☼☼☼☼☼☼───
Ünlü hukukçu William Blackstone, 1765 tarihli
“İngiltere Yasaları Üzerine Yorumlar” adlı eserinde şöyle
yazdığı belirtiliyor:
“Cadılık ve büyücülüğün, bırakınız
gerçekten var olduğunu reddetmeyi, olabilirliğini tartışmak kalkışmak;
Tanrı’nın, hem eski, hem de Yeni Ahit’in çeşitli bölümlerinde tekrarlanan
sözüyle düpedüz çelişmek anlamına gelir.”
“Bir cadının yaşamı için uğraş vermemelisiniz”
diyen İncil’e uygun olarak yapılan bir
işlem de cadıların yakılarak öldürülmeleriydi. Bu infaz şekli,
“Kilise kan dökmekten nefret eder”
diyen kilise yasaları ile uyum sağlamak
amacıyla kutsal engizisyonca benimsenmişti.
Cadı avı Avrupa’da sonraları da Amerika’da
dönem dönem ortaya çıktı. Yakılan kurbanların büyük çoğunluğu cadı olduklarını
ve şeytanla işbirliği yaptığını kabul eden kadınlardı. Ne var ki bu itirafların
hepsi işkence altında yapılmıştı. Kurbanlara iki seçenek sunuluyordu: işkence
altında yavaş yavaş ölmek, ya da cadı olduğunu itiraf ederse yakılarak ölmek.
Birisinin bir suçlamaya uğraması içinse birçok neden olabilirdi. İneğinin
ölümünü sevmediği komşusunun üzerine yıkan biri, onu rahatlıkla suçlayabilirdi.
Mallarına el konmak istenen zengin biri, ya da birinin aşkına karşılık vermeyen
güzel bir kadın cadılıkla suçlanabilirdi. Sonuç çoğu kez değişmezdi: yakılarak
ölüm. Sonuç olarak söylenebilir ki cehaletin, toplumsal histerinin ve
engizisyonun dayattığı koyu bağnazlığın ürünüydü cadılar. Cadı avıysa bir
biçimde ortaçağ tıbbının kadınlardan arındırılması ve kilise yönetiminde erkek
egemen bir havaya büründürülmesiyle sonuçlandı.
───☼☼☼☼☼☼───
Avrupa’dan Sıçrama
Ortaçağı izleyen Rönesans’da da durum
değişmedi. Şeytan ve uşakları 17. yüzyılda Eski Dünya’dan Yeni Dünya’ya
sıçradılar. 1645 ve 1692‘de Amerika’da Salem kasabasında
19 cadı ölüme mahkûm edildi. Cadılara karışan genç kızlarla ilgili ilginç olay
1692 yılında, ABD’nin Massachusetts eyaletinin Salem kasabasında meydana geldi.
Ann Putnam, Marry Wadden ve diğer kızların abuk sabuk iddialarla ortalığı ayağa
kaldırmaları sonucunda, bir tür Engizisyon mahkemesi kuruldu ve yobazlar kısa
zamanda kasabada dehşetengiz bir cadı avına giriştiler. Yıllar sonra her şeyin
düzmece olduğu anlaşıldığında ise çoktan iş işten geçmişti. Fransız devrimi ile
cadılar ve büyücüler, şeytanlık özelliklerinden çok şey kaybettiler; ceza
kanununda sadece birer dolandırıcı sayıldılar.
Ortaçağ Avrupası’nda yaşanan “cadı avı”yla
ilgili son araştırmalardan biri de araştırmacıHaydar Akın‘a ait.
Akın, Almanya’da yazılı kaynaklar, mahkeme tutanakları ve diğer belgelere
dayanarak yazdığı, “Ortaçağ Avrupasında Cadılar ve Cadı Avı” adlı
kitapta1430-1780 yılları
arasında, yaşlı ve kimsesiz kadınlarla başlayan ancak erkekler, çocuklar hatta
din adamları olmak üzere geniş bir kesime yayılan bu av sonucunda 50 bin
kişinin öldürüldüğünü ortaya koydu.
───☼☼───
Cadılık inancına eski Türklerde de
rastlanıyor. İnanışa göre, cadı hortlamış bir insandır. Hortlamasına sebep
olarak ise, ya gömülmeden ışıksız bir odada bırakılması ya da ölünün üzerinden
kedi atlaması gösterilmiş. Günümüzde de hala Afrika’daki Barotse kabilesinde,
Yeni Zelanda’daki Maori kabilesinde, Guetemala’daki Kişe Kızılderililerinde
genel olarak cadılık inancı bulunuyor. Bunun yanı sıra Amerika’da 31 Ekim
gecesi günümüzde bir geleneksel şenlik olarak Cadılar Bayramı olarak kutlanıyor. Amerikalıların
Halloween dedikleri cadılar bayramının kökeni ise, M.Ö. 5′inci yüzyıl İrlanda’sına dayanıyor. İrlanda’nın Celtic
bölgesinde yaz mevsiminin sonu olarak 31 Ekim kabul edilirdi. İnanışa göre, o
sene içinde ölenlerin vücutsuz kalan ruhları 31 Ekim gecesi kendilerine yeni
bir vücut aramak için gelirlerdi. Herkes, bedenini bu ruhlara kaptırmamak için,
evini ruhları korkutup kaçırtacak şekilde düzenler; mumlar yakıp hayalet
kostümleri giyerdi.
16′ncı yüzyılda cadı avı çılgınlığı en üst
seviyelere ulaştı. O yıllardaki büyük buhran ve ekonomik krizin yarattığı
infiali de önlemek için korku ve baskı yaratılmaya karar verildi. Bunun için de
cadılar (büyücüler) seçildi ve sanki her şeyin nedeni cadılarmış gibi
gösterildi. Giovanni Scognamillo bu
dönemi şöyle anlatıyor:
“Savaşları, veba salgınları, açlığı,
sefaleti, vahşiliği ile ortaçağ; çileli, sert, acımasız bir çağdır. Kilisenin
yaymak istediği bilgileri adeta unutarak yeni bir düzen kurmak amacıyla
hâkimiyetini sağlamlaştırmak istemesi, eski medeniyetlerin, ilkel toplumların
bilgini sayılan büyücüleri ‘cadı’ya dönüştürür. Artık o, şeytanın bir aracısı,
bir uşağıdır.”
Scognamillo ayrıca, Fransız tarihçi Michelet‘in “Cadılar” adlı
eserinde,
“Büyücü (cadı) hangi dönemde doğuyor,
sorusuna, ben, umutsuzluk döneminde bu normal, diye cevap veriyorum. Tereddüt
etmeden, kilise dünyasının yarattığı derin umutsuzluktan, diyorum. Cadı,
kilisenin suçudur”
şeklinde yazdığını da belirtiyor.
───☼☼☼☼☼☼───
Cadı Kültü
Cadı, vahşi (wild) ve wit (bilgi, akıl)
sözcüğünden gelir, Antik çağdaki wic ise, söğüt dalı yani kırılmadan
bükülebilen dal sözcüğünden türeyerek wiccan adını
aldı. Bu bükme, gerçekliğin algısını bükebilen anlamında olup, cadının süpürge
ya da asası, bu nedenle söğüt dalından yapılırdı. Sonradan Kilisenin
uygulamaları ile bu kelimelerin kökleri witcholarak
değiştirilip, kötülük, yaşlılık ve çirkinlikle eş tutularak, aşağılayıcı bir
anlam kazanmıştır.
İngiltere’de düşmanlarının balmumu
heykelcikleriyle ya da diken veya iğneyle delinmiş kulaklarıyla birlikte
yakalananlar, düşmanlara zarar vermek için kullanıldığı sanılan lanetli
tabletler, büyü amaçlı kullanıldıkları sanılan cesetler (necromany), kasaba
mezarcılarına ölü bebeklerin saç ve tırnaklarının çalınmaması için verilen
uyarılar, kara büyü yapan cadıların var olduğuna dair kanıtlar olarak
sunulabilse de toplumların yaşadığı her felaketten (katillik, hırsızlık, verimsizlik,
ürünlerin azalması, fırtınalar, depremler, ırza geçme gibi suçlar) yine onların
sorumlu tutulması gibi bir yaklaşımı haklı kılmaz. Kaldı ki, sağaltıma yönelik
büyüyle uğraşanların da azımsanmayacak kadar çok olduğu düşünüldüğünde bu
yaklaşımın altında ortaçağın (bugüne kadar uzanabilmiş) bağnazlığının
kıpırdadığı hissedilir.
Günümüzdeki araştırmalar bu büyülerin
çoğunlukla etkili olduğunu ileri sürmektedir. Eğer birisi düşmanının kendisine
büyü yaptığını bilirse ve büyünün etkisine inanırsa psikolojik baskı,
histerilere ve psikomatik etkilere neden olabilir. Yani büyü, gücünü, büyü
korkusundan alır. Öte yandan ritüel, ayin ve kutlamalar için toplanan cadı
gruplarının varlığı da bilinmekte. Ortaçağın başlarında ünlü bir kilise yasası,
geceleri Diana’ya tapınan kadınları suçlar. Bu kadınlar, kanuna göre, yalnızca
Tanrının yapabileceklerini şeytanın ya da kendilerinin yapabileceğini
düşündürülerek aldatılmışlardır. Kimi ‘May Day’ ve ‘New Year’ kutlamaları en azından pagan
törenselliğinin formlarını canlandırır. Sabah törenlerinde biraraya gelen
cadıların da varlığı bilinmekte. Gerçek şeytana tapınma ise Alman
Luciferianları ve Bohemian Adamiteleri arasında ortaya çıkmıştır.
14.yy’da olduğu bilinen örgütlü büyücüler
yaşamaya devam eden eski muhalif mezhepleri, cadıların self-conscious
gruplarını ya da engizisyon tarafından şüpheyle bakılan ve işkence çeken
kurbanlarını temsil eder. (Catharists’ler, Albiyensiyans’lar, vb.). Ayrıca
Ortaçağa ait bazı putperestlik tanımlamaları, cadı kültünün olduğuna dair kanıtlar
sunar. Örneğin İngiliz kaynakları, deriler giymiş, boynuz takmış bir lider
eşliğinde yapılan May Day kutlamalarından söz ediyor. Bu cadı kültü, kilisenin
15. yüzyılda gücünü toparlamasıyla yok edilmeye başlansa da pagan ritüelleri
bütün o dönem boyunca yaşamaya devam etmiştir.
Cadılığının tabanını oluşturan kadınlara
farklı yapılardan da katılım olabileceği söylenmektedir ve bu olası katılım da
uyumsuz ve muhalif bir katılımdır. Yeni düzene (feodalite) ayak uydurmayıp
yitirecek hiçbir şeyi kalmamış köylü erkekler, antik gizemciliğe ilgi duyan
aydınlar, libertenler, farklı nedenlerle toplum dışına itilmiş çeşit çeşit
nonkonformistler, inançsızlar, inanç arayanlar, eşcinseller, cadılığın
potansiyel bir muhalif güç olduğunu düşünen maceracılar… Kilisenin farklı,
toplumdışı bulduğu herkesi cadılıkla suçlaması da böyle bir koalisyonu zorunlu
kılmış olduğu söylenebilir (eğer böyle bir koalisyonun varlığı öngörülürse).
Aslında cadılığın ortaçağ boyunca süren evrimi de şöyle bir kozmopolitliği
doğrular gibidir. Pagan kökenli bir kült, giderek Hıristiyanlığın kara yüzü,
bir kötülük kamburu olma suçlamasını kendisi de benimser görünüyor. Öte yandan
Margaret Murray içinse cadılığın başlıca toplumsal tabanını yalnızca eskicil
pagan inançlarına bağlılıklarını sürdürenler oluşturuyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder