site içi arama

7 Nisan 2016 Perşembe

ATATÜRK'ÜN B R ÇOCUKLA SÖYLES S VE ONA ARMAGANI

Atatürk, çocukları çok sever, onlara herkesten çok deger verirdi. Büyük Zafer’den sonra 16
Ekim 1922’de Bursa’da kendisini cosku ile karsılayanlar arasında çocukları gördügü zaman
onlara söyle seslenmisti: “Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz gelecegin bir gülü,
yıldızı, bir mutluluk pırlantasısınız! Memleketi asıl aydınlıga bogacak sizsiniz. Kendinizin ne
kadar önemli, degerli oldugunuzu düsünerek ona göre çalısınız. Sizlerden çok seyler
bekliyoruz; kızlar, çocuklar!”

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılıs tarihi olan 23 Nisan 1920’nin, her yıl “Milli
Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olarak kutlanması2 da Atatürk’ün çocuklara verdigi degerin
bir göstergesiydi. Atatürk, böylece bugünün çocuk kavramı ile gelecegin yetiskin insan
kavramı arasında olumlu bir köprü de kurmus oluyordu. Bu inanç sonucu Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk, “Milletin bagrından temiz bir kusak yetisiyor. Bu eseri
ona bırakacagım ve gözüm arkamda kalmayacak” diyordu.

Atatürk’ün saf sevgi örnekleri en çok çocuklarla olan iliskilerinde göze çarpıyor, Onu
tanıyanların tümü çocukları çok sevdigi noktasında birlesiyordu. Uzun süre genel sekreterligini yapmıs olan Hasan Rıza Soyak da, “Onun dilinde çocuk, sevgi demekti,
sevdiklerine, hangi yasta olursa olsun çocuk diye seslenirdi” diyerek bu sevginin derecesini
ortaya koyuyordu.

Çocuklara karsı büyük bir sevgi besleyen Atatürk, onlarla “sıkılmadan, yorulmadan”
ilgileniyor, çogu kez ellerine birer kagıt kalem verdirerek yaslarına göre kimine resim, kimine
hesap yaptırıyor, kimine dil bilgisi çalıstırıyor, onlarla zaman geçirmekten “büyük zevk”
alıyordu.5 Kimi çocukları evlatlık ya da manevi evlat edinmeyi, onları büyütüp yetistirmeyi
de adeta bir tutku haline getirmisti. Daha Birinci Dünya Savası yıllarında, Bitlis’te iken, 16
Kasım ve 2 Aralık 1916 tarihlerinde anı defterine Ömer ve hsan adlı çocukları yanına
aldıgını not düsmüstü. 1929’da Yalova’da karsılastıgı ve okumak istedigini ögrendigi
Sıgırtmaç Mustafa’yı okula göndermisti. Mustafa, basarılı bir egitim yasamının sonunda
subay olmustu. Egitimleri ile yakından ilgilendigi Afet ( nan) ve Sabiha (Gökçen)’yı ise Türk
kadınının erkeklerle esit haklara sahip olabilecegini, her alanda etkin görevler alabileceklerini
kanıtlayan birer simge olarak kabul etmisti. Atatürk ayrıca Zehra, Rukiye, Nebile ve Ülkü’yü
manevi kızları olarak koruması altına almıs ve yetistirmisti. Bunlar içinde Ülkü’ye
“tahminlerin üstünde bir sevgi ile baglanmıstı.” Zira Ülkü, annesi Zübeyde Hanım’ın
koruması altına alıp büyüttügü ve evlendirdigi Vasfiye Hanım’ın kızı idi ve henüz kırk günlük
iken Kösk’e getirilmisti.

Atatürk’ün çocuklara verdigi deger onun sofrasına da yansımıstı. nsan sevgisinin, insanlık
ülküsüne dayalı davranısların en güzel örneklerinin sergilendigi Atatürk’ün sofrası pek çok
kez çocuk sevgisine de tanıklık etmisti. Atatürk, sofrasında kendisine eslik eden konuklarına
hatta çevresindekilere “Esini mutlu edebilecek herkes evlenmelidir, çoluk-çocuk sahibi
olmalıdır!” ögüdünü veriyor, çocuklara karsı duydugu engin sevgisini göstermek üzere
“Çocuk sevgisi insan için bir gereksinimdir. Hele yas ilerledikçe bu gereksinim kendisini daha
kuvvetli duyuruyor. Onun için de Ülkü’yü yanımdan ayırmak istemiyorum” diyordu.

Atatürk döneminin tanınmıs gazetecilerinden smail Müstak Mayakon13, Atatürk’ün sınırsız
çocuk sevgisini sergileyen sohbetlerden birine 1938 baslarında, O’nun sofrasında tanık oldu.
Mayakon’un yayınlanmamıs bu anısını dil ve ifade özelliklerine dokunmaksızın kendi
kaleminden sunuyoruz:

Atatürk, dün gece refakatlerinde ilk kadın tayyareci, Atatürk kızı Sabiha Gökçen oldugu
halde Park Oteli’ni sereflendirdiler. Diger birkaç arkadasla beraber ben de Büyük Sef’in
maiyetlerinde bulunmak bahtiyarlıgına nail olmustum.


Türk ve ecnebi, kadın erkek yüzlerce insandan mürekkep bir güzide kalabalık otelin
lokantasını doldurmustu. Dahiliye Vekili Bay Sükrü Kaya, Atatürk’ün tesrifine kapıda
muntazır bunuyordu. Ulu Önder’imizin otelin salonuna girer girmez sonsuz bir sevinç
heyecanıyla herkes ayaga kalktı ve coskun alkıslara karısan “Yasa!” sesleriyle bütün o halk,
Atatürk’e meserretlerini ve kalplerinin tahassürünü bildirdi.

Simdi halkın gönlü gibi yüzü de ona müteveccihti. Emniyet içinde nese, insirah içinde
eglence baslamıstı. Musikinin suh nagmeleriyle çiftler en büyük Türk’ün, büyükler büyügü
Atatürk’ün huzurunda mesul ve mutmain dans ediyordu.

Atatürk ilk dansı kahraman kızı Sabiha Gökçen’le yaptı. Gökçen, arkasında mensup oldugu
tayyare alayının koyu lâcivert renkli üniforması ve gögsünde vatana kahramanca hizmetinin
mükâfatı olarak verilmis murassa madalyası vardı. Tarihin en büyük kumandanı ve Türk’ün en yüce kahramanı yanında, yine onun yetistirdigi kahraman bir Türk kızı hakikaten ulvi bir
manzara idi. bunda Türk’ün millî gurur ve serefi en belig25 ifadesiyle okunuyordu.
Vakit geçtikçe nese ve insirah artıyordu. Kimse yerinden kımıldamıyor, herkes kendilerine
her seyi vermis olan bu Büyük Sef’i çok, daha çok, doya doya görmek ihtiyacından kendini
alamıyordu.

Sabah yaklasıyordu. Salon tenhalasmaya baslamıstı. Yalnız ta karsıda bir ufak masa etrafında
bir aile, genç bir subay, bir kadın ve bir çocuk, bir miknatısın cazibesine tutulmus gibi
tazimkâr26 bir gasy27 içinde Atatürk’e bakıyorlardı. Erkek edip ve hürmetkâr, kadın vakur ve
kibar, çocuk sakit28 ve hayran idi.

Bu nezih aile tablosu Atatürk’ün dikkatini celbetti. Bir aralık çocugu alıp getirmemi bana
emir buyurdular. Emri ifa ettim. Elinden tutup Atatürk’ün huzuruna getirdigim bu çocuk
esmer renkli, çetin bakıslı, saglam yürüyüslü, gürbüz bir Türk yavrusu idi. Atatürk’ün elini
öptü. Atatürk ona ismini ve yasını sordu. Adı . . . 29, yası yedi oldugunu söyledi. Çocuk, en
büyügümüze cevap verirken ananevi Türk terbiyesinin tesiriyle önüne bakıyordu

Simdi Türk’ün Ata’sıyla bir Türk yavrusu konusuyorlar:
- Sen beni tanıyor musun? Ben kimim?
- Tanıyorum, Atatürk’sünüz!
- Nerden tanıyorsun?
- Resminizi görmüstüm, kızınız sizin gögsünüze çiçek takarken..
- Beni hep hatırlayacaksın, hiç unutmayacaksın degil mi?
- Hiç unutmam Atatürk!

En küçük çocugundan en yaslı ihtiyarına bütün bir milleti Ata’sına baglayan sönmez ve
sarsılmaz duygunun bir çocuk kalbinde bu ilk uyanısı bir safak aydınlıgı kadar zengin bir
besâret idi.
Atatürk tekrar sordu:
- Sen büyürsen ne olacaksın?
- Tayyareci!
Bu cevaptan müstakbel bir Türk kahramanının sesini isiten Atatürk çok mütehassis oldu ve
çocugu kucagına alarak sefkat ve muhabbetle oksadı, yüzünü öptü. Biraz sonra genç subayı
çagırdılar, ondan ismini ve askerî hüviyetini sordular. Dünyaya destanlarla dolu koskocaman
bir tarih bırakmıs yüce Türk ırkına mensup olan bu dilâver delikanlı, çocugun aile vaziyeti
hakkında Atatürk’e izahat arz etti.

Bundan sonra Atatürk, çocuga hitap ederek:
- Çocugum, sana bir hatıra verecegim, bunu saklayacaksın ve beni daima hatırlayacaksın!
dedi ve daima tasıdıkları ve pek sevdikleri fevkalâde kıymettar bir platin saat ve kordonu ve
buna takılı platin kursun kalemini yeleklerinden çıkararak çocugun boynuna taktı.
Manzara, degil tasvir, hatta tasavvur olunamayacak kadar bediî bir yükseklikte idi. Hepimiz
heyecan içinde, sakit ve hayran bakıyorduk. Çocuk, istikbal ve ikbalin bir tılsımı gibi
boynunda duran saati mini mini eliyle bir defa oksadı ve derhal Atatürk’ün elini tutarak öptü.

Bir sual:
- Çalısacaksın, büyük adam olacaksın degil mi?
Genç ve taze bir sesle cevap:
-Evet çalısacagım ve büyük adam olacagım!
Simdi Atatürk, selâm ve tazim vaziyetinde duran subaya emir veriyordu:
- Bu saati saklayacaksınız, çocuk büyüyünceye kadar onu itina ile muhafaza edeceksiniz;
büyüdügü zaman bu gecenin hatırasını tazeleyerek kendisine vereceksiniz!
Genç subay, aldıgı emri tekrarladı.
Mini mini bir basın üstünde dünyanın en büyük en zikudret eli bir sefkat, bir sıyanet , bir
irsat kanadı gibi açılmıstı. Çocuk, madalyalı bir gazi mehabetiyle uzaklasıp giderken sofrada
hazır bulunanlardan biri:
-Bu çocukta belki müstakbel bir hava maresali büyüyor, demisti.
Atatürk:
-Niçin belki? Muhakkak bir hava maresali! buyurdular.
Park Oteli salonundaki vaka alelâde bir hadise degil, Atatürk terbiyesinin millî bünyede nasıl
isleyip özlendigini gösteren bir ders idi.
Her vakit oldugu gibi simdi de onun bir sözünü haykırayım:
Ne mutlu Türk’üm diyene!

İsmail Müstak Mayakon’un anısı burada sona eriyor. Yıllar sonra böyle bir geceyi ve anıyı,
aynı heyecan ve aynı duygularla bugünün çocuklarına, yarının yetiskinlerine aktaran smail
Müstak Mayakon’u saygı ve rahmetle anıyoruz.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder