KARLSBAD'DA ''GEÇEN GÜNLERİM'' BAŞLIĞI ALTINDAKİ YAZILARI
30 Haziran 1918-1 Temmuz 1918 ''30 Haziran
1918 Pazar günü öğleden sonra saat 07.30'da Karlsbad istasyonuna muvasalat
edildi. İstasyonda muvasalatıma intizar eden otel kapıcısının getirdiği arabaya
eşyalarımızı da tahmil ederek, ihzar edilmiş bulunan ikametgâha gelindi.
Cottage Sanatorium doktorlarından Markotein'in Karlsbad'da bulunan dostu doktor
Vermer'e vuku bulan tavsiyesiyle, mumaileyh tarafından bulunan ikametgâh adeta
hususi bir evden ibarettir. İsmi Rudolfs Hof olan bu ikametgâh otel Pupp
mebanisi ittisalinde ve büyük hamamın karşısındadır. Doktor Vermer mezkûr evde
benim için bir salon, bir yatak odası, bir uşak odası (bir emirber neferim
Şevki için) ve hamamdan ibaret aksamı haftalığı 140 krona tutmuş. Ben ilk
nazarda memnun olmadım. Pupp ve buna mümasil mebani-i âliye ve müdebdenin
şaşaası ve mebani-i mezkûre dahillerindeki haşmetin yanında hemen ittisalinde
onlara nisbeten basit kalan bu benim yeni ikametgâhım o kadar cazip görünmedi.
Yarım saat sonra aynı zamanda beni tedavi etmesi de kendisine yazılmış olan
Vermer geldi. İkametgâh hususunda neşesizliğimi gizleyemedim. Elli bir yaşında
henüz teehhül etmemiş bulunan doktor, ciddi ve tecrübekâr bir vaz ile bana dedi
ki: - Sen buraya ciddi bir kür yapmak için mi geldin, yoksa lüks ve debdebeli
gürültüler içinde zevk etmek, yorulmak için mi? Ne istiyorsunuz, işte sakin ve
rahat bir apartman! Şimdi müsaade ediniz sizi muayene edeyim ve suret-i
hareketinizi çizeyim. Göreceksiniz ki dediğim şeyleri harfiyyen takip edince
başka bir şey düşünmeye vakit bulamayacaksınız. 26 Ben, artık sözü uzatmadım.
Doktor vazifesini yaptı ve nihayet takip edeceğim programı yazıp bıraktıktan
sonra yine görüşürüz dedi gitti. Program şudur: Ufak izahat Mahallinde bir
bardak bu sudan içilecek 7 h. Marksbrün " 7 20 Mühlbrün Sabah kahvaltısı 8
20 Thé ou Coffé, Cacao, 20 oufs, beure Birer gün münavebe ile 10-11 Bain de
boue (Moor) Kompres evde 11-12 Compresse de boue (Moor) Öğle taamı 12-1
Poisson-Viand-légumes, fruit, compote, mehlspeise, krattoni İstirahat Repos.
Bir bardak su 3 1/2 ou 6 h Mühlbrün Küçük yemek sabah 4-5 Comme le matin
kahvaltısı gibi Akşam yemeği 8 h Poisson, poulet, omelette, entremets, compot,
légumes la- itage (riz ou semoule au lait) Yatarken bir bardak su 10 h
Telsenquelle froid Doktor gıda meselesini tayin ederken ekmek mevzuubahis oldu.
27 - Tabii beraberinizde un getirdiniz... dedi. - Hayır dedim. - O halde burada
ekmek bulamayacaksınız. Çünkü burada yalnız yerlileri hükümet iaşe etmek
mecburiyetindedir. Ecanibi değil. - Öyle ise doktor benim burada oturmaklığıma
imkân yoktur. Hemen yarın memleketime avdet edeyim. Bizim memleketimizde ecanib
yerlilerden daha çok istihlakatta bulunmaktadır. Ben de hükümetim nezdinde
ecanibe ekmek verilmesine mümanaati teklif edeyim. Neticede doktor bizzat un
veya ekmek bulmayı deruhte etti. Muayene esnasında yaşımı sordu. 36-37 yaşında
olduğumu söyledim. Hayretle: - Pek çabuk general olmuşsunuz. Sizin
memleketinizde sizin sinninizde başka genç general var mıdır? Harbiye nazırımız
da gençtir dedim. Bu sual karşısında kaldığım zaman 21 sene Mısır'ın
Kahiresi'nde bulunmak ve Arapçayı lisan-ı maderzadi gibi görüşmek tecrübe ve
tetkikatında bulunmuş olan ve bu itibarla şarkî, şarklıları az çok tanımış
olduğuna şüphe olmayan Doktor Vermer'in, içinden, zavallı Türkiye bu çocukların
eline düşmek için ne hale gelmiş bulunmalısın, dediğini hisseder gibi oldum. -
Doktor, dedim, bizim ordumuzda ihtiyar generaller de vardır. Benim ve emsalimin
pek genç kabul ettiğiniz sinnde general oluşumuz, herhalde ahval ve hadisat-ı
fevkaladenin bizi ifasına müyesser eylediği vezaif-i mühimmenin vatana pek nafi
oluşundadır. Gece Rudolfs Hof direktrisi ihtiyar madamın buldurduğu bir iki kap
yemeği yedikten sonra, ertesi gün mutadım hilafında olan erken kalkacağımı
düşünerek yattım. Kapıcı saat 05.30'da kaldıracaktı. Saat 07.00'de su içilecek
mahalde bulunabilmek için 1-2 saat evvel kalkmaklığımı ihtiyatkâr buldum. Tren
yorgunluğuna rağmen derhal uyuyamadım. Apartmanın vaziyet-i umumiye ve
dahiliyesi ve burada kalıp kalmamak fikri zihnimi işgal ediyordu. Salona
muttasıl küçük bir oda nazarı dikkatimi celbetmişti. Bu odanın da ilavesiyle
apartmanı tevsi ve biraz tanzim ettikten sonra alabileceği şekli düşünüyor, bir
taraftan Imperial ve Pupp otellerinin azamet-i hayatına karışmak, diğer
taraftan bu kuytu mahalde, sükûnetli apartmancığın içinde gayrı mekşuf kalmak
hususlarının mücadelesini dinliyordum. Nihayet dalmışım. 28 1 Temmuz 1918
Pazartesi Hanenin, Josef isminde kapıcısının, hiç anlaşılmaz bir aksanla kapıyı
vurarak bir şeyler söylemekte olduğunu işitmekle uyandım. Akşamdan tembih
ettiğim için uyandırdığını hatırladım: - Ya, ya! diye seslendim. Bu kadar erken
kalkmaya alışmamış olan neferim Şevki de, müşkülatla yatağını terk ederek
geldi. Tıraş etti. Fakat bu erkenciliğin mahmurluğunu bertaraf edebilmek için
behemehal bir hamam almak lazım geldiğine kani oldum. Onun da hazırlanmasını
bekledim. Nihayet tuvaletimizi ikmal ederek saat 07.00'de evden çıkabildim.
Josef bize delalet edecekti. Direktrisin iare ettiği su bardağı elinde olduğu
halde Şevki de beraberdi. 10 dakikada Marksbrün'e geldik. O civarda bütün
sokaklar kadehler ellerinde erkek ve kadınlarla mali idi. Ben de Josef
vasıtasıyla kadehimi doldurttum ve umuma tabi olarak yudum yudum içmeye ve aynı
zamanda Mühlbrün istikametinde yürümeye başladım. İki menba arasında 500 adım
kadar bir mesafe vardır. Ben birinci kadehi içtikten sonra 20 dakikalık zamanı
kazanmak için yürümeye devam ettim. İkinci menbadan dahi kadehimi doldurttuktan
sonra kapıcıya izin verdim. Şevki de sivil olarak, iki menba arasındaki sahada
dolaşmaya devam ettik. Kadehim bittikten sonra Şevki'ye verdim ve onu eve
gönderdim. Ben saat 08.00'e kadar dolaştım. Diğer bir menbaı havi binanın
dahilinden musiki sadası işitiyordum. Oraya girdim. Medhalden sonra ortasından
şelale şeklinde sıcak su fışkıran bir havuz, etrafında buhar ve su
serpintilerinden saçlarını ve elbiselerini beyaz empermeabl serpuş ve
mantolarla muhafaza etmiş genç, güzel çehreli kızlar, ellerinde pek uzun saplı
ve bu saplar üzerinde müteharrik maşrapalarla su tevzi ediyorlar, daha ileride
gayet uzun bir salon halk musiki nağamatına peşrev olarak sağdan sola
devrediyor, bazı kimseler de kenarlarda ve ortadaki banklara oturmuşlar... Ben
de devre karıştım. Saat 08.00'e yakın sabah kahvaltısını yapmak için otel
Pupp'ın lokantasına gittim. Bahçede oturdum. 21 numaralı güzel bir kızcağız, ne
istediğimi sordu! Tereyağı yok, ekmek yok, şeker yok, süt yok. Şekersiz çay,
iki yumurta ve bal getirdi. Neferim cebime yolda ufak bir parça kuru ekmeği
sokmuş, onunla meseleyi hallettik. Oradan eve gittim. Yeni fikir... Karar
Salonun ittisalindeki odayı açtırdım. Küçük, fakat bir büro şekli alabilirdi.
Direktris'in muvafakatiyle bütün evin odalarını ve eşyalarını gördüm ve dedim
bu odayı da alacağım, burada benim tarif edeceğim gibi bir büro ve diğer salon
ve yatak odası vesaire de benim tasrih edeceğim şekilde tefrişat ve tertibat
yapar mısınız? Uzlaştık ve derhal neferim ve ben bizzat çalışmak suretiyle,
bütün evin kız erkek hizmetçilerini çalıştırarak matlubu temin ettim ve benim
apartmanımın ev ile olan ittisal medhalini de bir sanatkâr celbederek bir perde
vasıtasıyla katettim. Burada kalmak kararı verilmişti. 29 Doktorun programı
mucibince bir kadın saat 10.00'da Compresse yapmak üzere büyük bir kese
derununde çamur getirmişti. Evin tertibatıyla olan iştigal, compresse'i saat
12.00'ye tehir etti ve pek aceleye geldiği için, ancak programımı daha ilk
günden büsbütün bozmamak için tatbik edilmiş oldu. Faidesinin derecesini Allah
bilir, ben herhalde bir şey anlamadım. Öğle yemeğinin teminini düşünüyordum.
Bir saat sonra da pupp'ın restoranına gittim. Tekmil masalar meşgul. İki
kişilik küçük bir masanın yanında durdum. Boş olan bu masanın da üzerinde
herhalde rezerve edilmiş olduğunun yazılı olduğunu anladım. Fakat
anlamamazlıktan gelerek, o esnada oradan geçen Herr Obert'e rezerve midir
dedim. Almanca olarak saat 1.30 için dedi. Anlamamazlıktan geldim. - Fransızca
bilir misiniz dedim. - Evet, dedi aynı şeyi Fransızca tekrar etti, fakat siz o zamana
kadar yemeğinizi ikmal edersiniz dedi. Hemen oturdum. Bu defa cebimde
getirdiğim ekmekle iyi bir yemek yedim. Herr Obert'e fazla pourboire verince
lokantanın müşarünileyhi, - Yarın kaçta teşrif edeceksiniz. Yarın en muvafıktır
dedi. Muvafakat ettim. İsmimi, daha doğrusu masayı angaje etmek için künyemi
sordu, söyledim. Adamcağız - Ekselans akşam için emriniz... gelmeyeceğim dedim.
Filhakika akşam yemeğini Imperial'de yemek istiyordum. Daha orasını
görmemiştim. Öğleden evvel odaların tanzimi esnasında uğrayan Dr. Vermer'i de
davet etmiştim. Eve geldim, saat 3'e kadar istirahat ettim. Evin intizam ve
sükûnetini görünce, bu sükûnetten istifade etmek cihetleri varid-i hatırım
oldu. Almancayı bildiğimi de unutmak suretiyle terk etmiştim. Fakat şimdi,
Almanca arzu ettiğimi anlatamadığımdan kızıyordum. O halde Almancayı öğrenmeye
derhal başlarım. Direktrise, doktora, her önüme gelene bir Almanca muallim veya
muallime bulmalarını söyledim. Aynı sükûnetin bahşettiği huzura istinad ederek
yevmi hayatımı bu suretle zaptetmeye karar verdim. Saat 3.30'da Mühlbrün'e
gittim ve bir bardak içtim. Pupp'da yaptığım sabah kahvaltısından pek gayri
memnun kaldığım için bu hususu evde temin ettirdim. Saat 4'te evde hazırlanan
Yavsé'yi yedim ve soyunup yatak odasında şezlonga uzandım. Saat 6 ile 7
arasında Miralay Emin Bey geldi. Bu esnada kalkmış Şevki'ye tıraş oluyordum.
Tuvalet bitti. Biraz konuştuk, saat 7'den sonra doktor da geldi. Beraber
Imperial'e gittik. Yemek yedik. Otelde Cemal Paşa hazretlerinin hanımlarıyla ve
Emin Bey'in refikaları hanımla ve akrabalarından daha bir hanım ve bu hanımın
iki kızı ve daha bir hanım ile tanıştık. Yemekten evvel salonda biraz oturduk.
Yemekten sonra hanımlara veda edip hemen ayrıldık. Doktor bir yere kadar
refakat etti. Yalnız olarak eve geldim. Saat 11'e kadar Revolte namında André
Beaumier'nin sanatoryumda başladığım romanını okudum. Bugünü, yarın yazacağım.
Şimdi, birkaç sayfa daha kitap okuduktan sonra yatmak istiyorum. Saat
11.15'tir. 2 Temmuz Salı 30 Sabah saat 7'den saat 8'e kadar dünkü gibi iki
menbadan su içtikten sonra evde kahvaltı ettim. Saat 10'da Kaiserbaad'a gittim.
Çamur banyosu yaptım. Eve avdet ve biraz istirahat ettim. Bu esnada Miralay
Emin Bey geldi. Onunla beraber Restaurant Pupp'a kadar yürüdük, o oradan hamama
gitti. Ben de öğle yemeği için lokantaya girdim. Saat yarımı geçiyordu. Eve
avdet ederken Sansoussie gazinosu istikâmetinde biraz yürüdüm. Çiçekçi bir
kadına tesadüf ettim. Birkaç buket kırmızı ve beyaz karanfil ve ismini
bilemediğim diğer bir çiçek aldım. Fakat sonra bunlar için vazo lazım olduğunu
düşündüm. Tam yanı başımda bir mağazaya girdim. Büyük, küçük dört vazo aldım.
Eve geldim, çiçekleri vazolara Şevki ile beraber yerleştirdim. Vazoları salona,
büroya tevzi ettim. Sonra soyundum, saat 3'e kadar yattım. Uyuyamadım. Daha
giyinmeden direktris geldi, talep ettiğim Almanca muallimesinin geldiğini haber
verdi. Muallimeyi salonda bekleterek giyindim. Almanca muallimesi Paula Klemm
Fransızca olarak - Efendim, bir muallime istetmişsiniz, mükâleme için mi, yoksa
gramer mi okuyacaksınız... - Evet istedim, dedim. Fakat ne okuyacağımı
bilmem... - Benim kitaplarım vardır. Size gramer kitabı getirdim, oradan
okuruz. - Madmazel, dedim, ben senelerce mektepte gramer okudum, lektür yaptım,
resitasyon ezberledim; fakat Almancayı öğrenmedim. Şimdi Almanca öğrenmek
istiyorum. - Öyle ise, efendim belki, biraz mükâleme ve dikte... - Pek güzel
fakat Almanca yazarım, dikteye ihtiyacım yok. Mükâlemeye gelince, Almanca
olarak, dedim ki onu her gün her yerde bizzarurî yapmaktayım. Ancak bildiğim
kelimeleri tekrardan ibaret kalıyor. Maksadımı söyledim, Almanca öğrenmek.
Bunun için ne yapmak lazım geleceğini siz tayin ediniz. Bana kalırsa evvela siz
beni imtihan edin, ondan sonra kararınızı verirsiniz... Büroya geçtik.
Fransızcadan Almancaya bir lugat kitabı vardı. (Langenschaidts Tasehen
-Wörterbücher.) Başka Almanca kitabım yok. Bunun Almanca yazılmış mukaddemesini
okudum. Das vorliegende franzölischen... ete. (Vorliegende)'yi biliyorum,
dedim. İzah etti anlayamıyorum dedim. Ve nihayet Almanca-Fransızca lugatı
açtım, onun bulamadığı Fransızca mukabilini buldum. Şimdi anladım dedim.
Görülüyor ki, kadıncağıza karşı pek müşkülpesent bulundum ve işi talik edip,
biraz düşünmek istedim. Kendisine haber göndereceğimi beyan ederek mülâkatı ikmâl
ettik. Otel Imperial'de akşam taamı Saat 6'da Mühlbrün'de bir kadeh içtim.
Yavaş yavaş Imperial Baum'a geldim. Imperial'e çıktım. Otelin salonunda saat
7.30'a kadar yalnız oturdum. Akşam için bir masa rezerve edilmesini garsonla
haber gönderdim. Emin Bey, iki defa, bana gelmişti. Onu ve kesb-i muarefe
ettiğim hanımları ziyaret etmek bir vazife idi. Kapıcının yanına gittim.
Telefonla 31 Emin Bey'e mahza kendilerini ziyaret için geldiğimi söyledim (otel
halini nazar-ı dikkate alarak) beni salonda mı kabul edersiniz dedim. Hemen
ineceğini söyledi. Ben de salonda eski yerime gelip, intizar ettim. Biraz sonra
Emin Bey geldi. Müteakiben refikaları hanım indiler... Siyasiyat Emin Bey,
Malinoff hakkında malumat ve fikrimi sordu. Ben, dört sene evvel, Sofya'da bir sene
devam eden ataşemiliterliğim esnasında Malinoff'u; zeki, fatin, kıymetli bir
şahsiyet olarak tanımıştım. Malinoff, Rusofildi. Radoslavof kabine reisi olduğu
ve Avusturya siyaseti takip ettiği hengamede, kral Malinoff'u daima kabul
ederek hüsn-i iltifat ve muamelesiyle idare ediyordu. Bulgaristan'da, muhtelif
partilerin muhalefeti, birbiriyle mücadelesi ile beraber beyinlerinde adeta
memleket ve milletin menafi-i hakikiyesi karşısında tabii bir itilafı
mahsustur. Memleketin selameti, milletin refah ve saadeti hangi siyaseti,
tarz-ı hareketi istilzam ediyorsa o siyasetin recülleri o günün müdiranı olur.
Muhalifler icabında bu hususta muavenet bile ederler. Harb-i umumi ilanında,
Bulgarların Ruslarla beraber olması veyahut bitaraf kalması için icra-yı fi'il
ve nüfuz eden Malinoff, Radoslavof'un Avusturya siyasetinden ayrılmasına
mümanaat edemedi. Fakat Radoslavof'un da muvaffakıyeti, körükörüne harbe
girmeyip, cidden Bulgar menafi-i âliyesini azami derecede temin edecek fırsata
intizar etmesindedir. Almanların Avusturya kuvvetlerini takviyesiyle vuku bulan
taarruz neticesinde Sırbiye hemen mahvolmak derecesine yaklaştığı zaman,
Bulgarların bu fırsatı kaçırmaları caiz değildi. Rus taraftarlığı bu vaziyette
memlekete nafi değildi. Bulgar ordusunu, galip Alman ve Avusturya kuvvetleriyle
çarpıştırarak Ruslara muavenet etmekten ise, galip ordularıyla beraber
yürüyerek vatanı tevsi etmek elbette daha kolay ve nafi bir netice idi. Balkan
muharebesini müteakip, Sırpların Yunanlılarla müştereken Bulgaristan'a tecavüzlerinden
münhasıl millet kinini de böyle bir hareketi alkışa şayan gösterebililordu.
İşte o zaman bu vaziyeti takdir eden Malinoff hakikatte durdu. Fakat gerek o ve
gerek Radoslavof ve Kral pekâlâ düşünüyorlardı ki, memleketin bu suretle ihraz
edeceği muvaffakıyet ve bunun neticesi olacak olan menafiin muhafazası için,
Almanlara ve Türklere karşı vaziyet almak lazım gelirse de bu safhanın da
aktörü Malinoff olur. Ben, bu hakikati, keşfetmiş idim. Bulgarlara karşı daima
müdebbir ve ihtiyatlı hareket lüzumuna kani idim. Hatta Cemal Paşa'ya
Silvan'dan yazdığım bir seri mektuplarımla da, Bulgaristan hakkında bu nokta-i
nazardan bahsetmiştim. Biz muharebesiz Karaağaç ve civarını verdik. Romanya
sulhünde, Dobruca'ya mukabil bunun ve Trakya'nın da iadesini talep etmek
istedik. Enver Paşa Ludondorf'a delalet için rica etti. Ludondrof bunu acaib
buldu. Bulgarları gücendirmek caiz olmadığını cevaben bildirdi. Yalnız
Karağaç'ın iadesi belki mevzuubahis olabilirdi. Bulgarlar buna da razı
olmadıktan başka, ben eminim onlar (Midya-İnoz) hattına kadar isterler. Bence,
Bulgarlardan, arazi istemek için, evvela İstanbul ile Edirne arasında Boğaz'ın
muhafazası için diyerek, bir ihtiyat ordusu teşkil etmek lazım gelirdi. Bugün
İran'ın istilası için bir dokuzuncu ordu teşkili mümkün olunca benim dediğime
imkân olması lazım gelir. Yoksa sözle Bulgarlar yer vermezler. Bu hususu
nazar-ı dikkate almamakla, Bulgarların 32 aleyhimizdeki hislerinin bir an evvel
tezahürüne ve bize karşı ilk fırsatta tehlike olmalarına sebebiyet verilmiş olur.
Malinoff'dan büyük dostluğa intizar edilmemelidir. Zaten Radoslavof'dan da
intizar etmek safdillik idi. Almanların bize gerek bu hususta ve gerek
memleketimizi İngiliz istilasından tahlisde, derece-i muavenetlerini mantıken
meydana çıkarabiliriz. Benim bu hususta daima menfi netayice müncer olan
kanaatlerim, Veliahd hazretleri ile vukubulan seyahatimiz münasebetiyle gerek
imparator ve gerek Hindenburg ve Ludondrof'la olan muhaverelerle teeyyüd
etmiştir. Bir recül-i devlet kendi insani hislerine tabi olarak, mesail-i
devleti halledemez, o selahiyete malik değildir. Memleket kimsenin malikânesi
değildir. Yalnız, biz Türkler memleket ve milletin idaresini elimize aldığımız
zaman, kendi umûr-ı zâtiyemizdeki ulüvv-i cenâb-ı umûr ve mesail-i devletin
ecanible hallinde düstur ittihaz ediyor, bir çocuk gibi aldanıyoruz. Cemal
Paşa'nın Biraderi Kemal Bey Ben Cemal Paşa'nın biraderi olduğunu bilmiyordum.
Genç bir mülazim, kordonlu yanımıza geldi. Bu zabiti dün gece de görmüştüm.
Kendisini şimdiye kadar nasıl tanıyamamış olduğumu sordum. 1323'te Selanik'te
olduğunu söyledi. Ben de tam bu tarihte Şam'dan Selanik'e gelmiş ve Cemal Paşa
ile maiyet-i müşiri Erkân-ı Harbiyesi'nin küçük odasında Fethi Bey de dahil
olduğu halde, arkadaşlık etmiştim. Cemal Paşa binbaşı, ben ve Fethi Bey
kolağası idik. Bunları hikâye ve ilave ettim: Cemal Paşa o zaman büronun
kahramanı, bize çömez diyorlardı. Hakikatte ben çömez değildim: Mektepten
çıktıktan sonra iki sene kıtaatta staj yapmış ve birkaç ay Şam'da Erkân-ı
Harbiye Dairesi'nde büroda çalışmış idim. Fakat her yerin eskisi, yeni gelene
acemi, çömez nazarıyla bakar, ben de, isyan etmeksizin sobanın arkasında köşeye
sıkışmış masanın üstünde, her gün yığın yığın bulduğum paperassi çalakalem
çıkarmaya çalışmakla çömezlik çilesini dolduruyordum. Fakat isyan uzak değildi.
Bir gün Cemal Paşa... Bu esnada Madam Cemal Paşa geldi. Mükâleme başka vadiye
döndü. Bir taraftan musiki sadası da fazla söze mahal bırakmıyordu. Yemek
zamanı geldi. Hanımefendi, beni sofrasına davet etti. Bir masa hazırlattığımı
söyledim. Ne ehemmiyeti var dediler madem yalnızsınız! Beraber taamdan sonra
salonda bir müddet daha görüşüldükten sonra müsaade talep ettim. Hafif yağmur
yağıyordu. Saat 10.30'da eve geldim. Saat 11.30'a kadar kitap okuduktan sonra
yattım. Okumaya devam etiğim kitap hep Revolte'dir. Çabuk bitmiyor. Yatmadan
evvel Telsenquelle suyundan bir kadeh içtim. Bu suyu şişe içinde kapıcı
getirmişti. Birdenbire uyuyamadım. Sağa sola çok döndüm. Zihnim meşgul idi.
Bugün sabahleyin uyandığım zaman, uyuyup uyumadığımın farkında değildim.
Herhalde bir dalgınlık geçirdim. *** 3 Temmuz Çarşamba 33 Saat 6'da kalkmayı
düşünürken saat 7'de kalktım. Şevki beni kaldıracaktı, halbuki ben onu
kaldırdım, hiddetlendim. Şevki'ye çıkışmaya başladım. Şevki tıraş ediyordu. Mahmurluktan,
benim çıkışmamdan büsbütün şaşırdı. Usturayı sol bıyığımın yanında yanağıma
bastırdı. Kan başladı, dindirmek mümkün değil, asabiyetim arttıkça arttı. Çabuk
gideyim derken şimdi kan dindirememek yüzünden tamamen gecikiyordum. Nihayet,
şap, pudra, kolonya... Kan durur gibi oldu. Acele acele Şevki ile beraber
Marksbrun'a gittim. Şevki kadehi dolu olarak alacağı yerde, boş olarak bırakmak
istiyor. Kızlar alay ederek, gülerek gideceği yeri gösteriyor. Orada daima
hazır duran polis, beni ve Şevki'yi tanımış olduğundan delalet maksadıyla fakat
Şevki'nin kolundan tutarak, bir çocuk gibi kadehi vermek lazım olan yere
götürüyor. Şevki, ben görmüyor muyum diye polise tabi olarak yürüdüğü sırada,
yan yan benim bulunduğum tarafa bakıyor. Nihayet dolu kadehle geldi, kadehi
aldım -Suyu orada yavaş yavaş içtim. Bugün geciktiğim zamanı adeta her şeyde
istimal ederek telafi etmek istiyorum. Su bitince boş kadehi Şevki'ye verdim ve
Mühlbrun'a gidip, orada beni beklemesini söyledim. Her gün beraber giderdik,
bugün o kadar asabi bulunuyordum ki, Şevki'nin yanımda yürümesinden
hiddetleniyordum. Yavaş yavaş yürüyerek Mühlbrun'a yaklaştım. Şevki yeni bir
tekdire mahal bırakmamak için, menbaın önünde kalabalığın içinde ayak burunları
üzerinde yükselerek beni gözetliyordu. Benim takarrübüm üzerine, hemen kadehi
doldurdu ve tam zamanında elime verdi. O kadehi de bir iki ufak yürüyüş ile
içmekte iken, bir arkadaşla beraber Celal Bey'e -sabık İzmir Polis Müdürüne-
tesadüf ettim. Onlarla bir iki kelime görüşürken, Selanik Rüştiyesi
Askeriyesi'nde sınıf arkadaşlığı ettiğim Mahmud Efendi namında Selanikli bir
efendi gülerek ve uzaktan, Ooo Kemalciğim nasılsınız diye gayet laubali bir
tavırla yanaştı. Bu efendi, neferimi görmüş, kim olduğumu sormak suretiyle
benim burada olduğumu anlamış, iki defa ikametgâhıma gelmişti. Bir defasında
yoktum. Bir defasında kabul etmemiştim. Miralay Emin Bey'e de benden, benimle
sınıf arkadaşlığından bahsetmiş olduğunu mûmaileyh bana söylemişti. Ben diğer
zevata size mani olmayayım dedim, hadi suyunuza... ve Mahmud Efendi - Nasılsın
bakalım arkadaş.- Teşekkür ederim, bir iki defa gelmişsin. Yalnız mısın? Nerede
oturuyorsun? Mahmud Efendi refikasıyla beraber olduğunu, valde veya
kayınvaldesi vesair aile efradı daha bulunduğunu eliyle işaret ederek, şu otelde
diye ikametgâhını da söyledi. Ben bu evi görmüş olmak için, sizin
ikametgâhınızda benim için bir yer bulabilir miyiz dedim. Evet deyince -
Pekâlâ, gidelim dedim. Adi bir otel, -Dur, dedi. Bizim madmazeli çağırayım!
Geçkince fakat tatlı yüzlü bir fam de şambr geldi. Mahmud efendi bana hitaben
-Almanca görüş!- dedi. Ben Almanca görüşümem. - Ben de hiç.- O halde!- Bilmem.
Ben, kıza benim Almancamla maksadı anlattım. Tabii zahiri maksat. Çünkü ben
evin manzara-i hariciyesine bakarak hükmümü vermiştim. Bir iki oda gördüm.
Kızla beraber görüştük. Yine beraber çıktık. Ekmek meselesini mevzuubahis
ettim. Un bulabileceğini söyledi. Onun tanıdığı yerden bir kilo tereyağı
sipariş ettik. O da benim ikametgâhımı görmek üzere bizim eve gittik. Tabii pek
hoşuna gitti. Ona alaturka bir kahve içirdim. O esnada ben kahvaltımı yaptım.
İlk Araba Tenezzühü 34 Josef şapkası elinde, salona girdi. Araba hazır dedi!
Pencereden baktım. Büyük bir lando. Vakit geçirmemek için bu arabaya bindim.
Posthof, Kaiserpark, Freundschafts - Saal ve bundan biraz daha ileriye kadar
gittim. Manasız Üzüntü Asker elbisemi giydim. Saat 7'de Impérial'e gittim. Daha
henüz salonları temizliyorlardı. Pelerinimi gardıroba bıraktım. Otelin
bahçesinde epeyce dolaştım. Canım sıkılıyordu. Bir aralık yağmur yağmaya
başladı, tekrar otele girdim. Bu defa salonda oturdum. Henüz kimse yok. Saat 8
oldu. Müzik başladı. Yemek salonuna geçtim. Obert'e hazırladığı yeri sordum.
Dün tenbih etmiştim. Buyurun, miralay efendi! dedi. Adam zahir halimize bakarak
demek ki, ancak miralaylık tevcih ediyordu. General olduğumu anlatmaya
kalkışmak bir mesele... Sesimi çıkarmadım. Bir küçük masaya oturttu. Yemekten
sonra bu masanın her vakit akşam yemekleri için bana tahsis olunmasını
söyledim. Ve kendimi de tanıtmak için kartımı verdim. Moustapha Kémal Pacha
Arméefuhrer Herr Obert'in bütün bu tafsilatlı karta rağmen bizi miralay
efendilikten başka bir şey telakki edemediğini ve Pacha'nın merkum nazarında
tahminini tebdil etmediğini Arméefuhrer'ın de medlûlünü hiç düşünmediğini
zannederim. Çünkü ertesi günü masa üzerine bıraktığı Bestelt levhasının altında
kurşun kalemle şu isim yazılı idi. Monsieur Kemal Pacha. Yemekten sonra salona
geçtim. Dört koltuklu bir masa önünde oturdum. Çok kalabalık vardı. Otelin üç
salonu da açıldığı halde garsonlar şurdan burdan buldukları masaları,
sandalyeleri getirerek otelin misafirleri için hazırlıyorlardı. Ben, bu dar
vaziyette tek başıma dört koltuğu atıl bırakıyordum. Otel misafiri olmadığım
halde buna hakkım var mıydı? Biri gelip bana - efendi, sizin burada oturmaya
hakkınız yoktur. Oturmak hakkını haiz olanlar ayakta kalıyorlar... dese ne
cevap verebilirdim! ...Hemen kalkıp gitmek ve bir daha bu otele gelmemek
hatırıma geldi. Fakat Madam Cemal Paşa ve rüfekası ve Emin Bey'le hiç olmazsa
vedalaşmak istiyordum. Bir de yarın akşam için de bir masa emretmiştim. Hatta
doktor Vermer'i davet etmiştim. Hülasa bir sıkıntı, bir üzüntü, bir garabet
bütün benliğimi istila etmişti. Bir noktayı halletsem sanki müsterih olacaktım.
- Burada yemek yemeye, oturmaya hakkım var mı? Bu müşkülümü ertesi günü doktor
Vermer'den hallettim. Evet! Bu otelin lokanta ve salonu umuma küşadedir. Otele
nazil olanlara mahsus olduğu şimdiye kadar mevzuubahis olmamıştır. Madam Cemal
Paşa ve rüfekası yemek salonundan gelirken yanımdaki masadan geçtiler,
görüştüm. Bizim masanın dört koltuğundan yalnız altımda olanı kalmıştı.
Hanımlar için yer yoktu. Hep beraber başka masaya gittik. Hüseyin Cahit Bey ve
beraberindeki -birisi refikası 35 olacak- iki hanım da aynı masaya geldiler. On
bir Türk... Geniş bir daire teşkil ettik. Herkesi nazar-ı dikkati bizim
üzerimizde idi. Madam Cemal Paşa hepimize birer dondurma ısmarladı. Biraz sonra
ben kısa bir veda ile hemen ayrıldım. Yağmur yağıyordu. Sıkıntılı bir halde eve
geldim. Biraz okudum ve yattım. 4 Temmuz 1918 Perşembe Program mucibince sabah
saat 7'de Marksbrun önünde kadehimi içiyorum, kadehi yarıladıktan sonra yudum
yudum hem içiyor ve hem de Mühlbrun'a doğru yürüyorum. Yağmur yağdığı için açık
olan şemsiyemle başımı muhafaza ediyor, paltomu ıslanmaktan vikaye edemiyordum.
Muşambamı Şevki'ye vermiştim. O da arkamdan geliyordu. Su bitti, hatvelerimi
sıklaştırdım. Hızlı hızlı adeta asker yürüyüşüyle yürüyordum. Herkesin durup
bana baktığını ve gülmekte olduklarını gördüm. Yürümeye devam etmekle beraber
etrafıma, geriye bakınıyordum. Bir de ne göreyim. Benim Şevki, hemen bir- iki
adım mesafe ile bana ayak uydurmuş, yere kadar uzanan benim muşambam içinde
kendinden geçmiş, kollarını sallayarak beni takip ediyor. Talimhane meydanında
acemi efradın yürüyüş talimi esnasında tatbik olunan şekillerinden biri... Ben
de gülmeye başladım... -Ne yapıyorsun?- Hiç efendim, dedi. Zaten Mühlbrun'a
gelmiştik. Bugün banyo günüydü. İhtiyar hamamcı çamuru kaç derece-i hararette
hazırlayacağını bilmek istiyordu. Bana sormadan kendisi otuz derece değil mi!
dedi ve uzaklaştı. Halbuki 28-29 olacaktı.Tashihe imkân kalmadı. 30 derecelik
çamurun içine girdim. Yirmi dakika sonra hamamcının gelmesi için zile bastım.
Gelen yok! Bir daha, bir daha, bir daha... On dakika oldu gelen, giden yok.
İhtimal dedim, numaralarda bir karışıklık var. Artık tahammülüm de kalmadı.
Çamur teknesinin içinde ayağa kalktım, çamurdan bir adam... Kan ter içinde
kaldıktan sonra ihtiyar gözüktü... Diğer su teknesi içinde temizlendikten sonra
şezlonga uzandım, dehşetli ter başladı. Saat 11 olmuştu. İhtiyar tekrar
göründü. Efendim uzun zamandır, bir madam bekliyor dedi. Madamı bekletmemek
için acele terli terli çıktım. Rutubetli ve soğuk havanın temasıyla hemen başım
ağrımaya başladı. Eve geldim, salonda soba yanıyordu. Oradaki şezlonga uzandım.
Bugün yemek yemek için lokantaya gidecektim. Fam de Şambr'ıma Pupp'dan yemek
almasını söyledim. Yemek zamanına kadar uzanmış olduğum şezlongda Révolte'e
devam ederek bazı satırları tekrar ediyordum. Bazılarının altını çiziyordum.
....... Tabii dertleri de nazar-ı dikkate alan ve ona göre müşterilerini memnun
etmeyi düşünen bir doktor Saat 11.30'a doğru idi, hafifçe kapıyı vurduktan
sonra Vermer beni salonda şezlongun üzerinde kitap okumakta buldu. Paltosunu
çıkarmaksızın şapkası elinde olarak yanımdaki koltuğa oturdu. 36 5 Temmuz 1918
Cuma Bugün sabahleyin her vakitki gibi rahatsız olmadım. Şevki dün satın
aldığımız termosları menbalardan doldurup getirdi, ben de yatağımda içtim. Ufak
bir tuvaletten sonra saat 7.30'da dünkü hatıratı kaydetmek üzere bu masanın
başına geçtim. Cemal Bey ve arkadaşı geldiler. Bürodan çıktım. Onlara beyan-ı
itizardan sonra pijamalı bir kıyafetle salonda kabul ettim. Cemal Bey: -
Cümleye, yeni padişaha ömür versin dedi! Birdenbire şaşırdım. Ne var, ne oldu,
dedim. - Malumatınız yok mu? Padişah vefat etti! - Teessür ve teessüf ederim,
dedim. Bu zevat bu sözlerimin medlulünü anlayamadılar. Hakları vardı. Çünkü
ben, ne ölen padişaha acıdığımdan ve ne de yeni padişahın ömrünün uzun veya
kısa olacağından müteessir değildim. Teessüf ettiğim cihat İstanbul'da
bulunmayışımdı. Fakat bunun için de neden teessüf ettiğimi kendim de takdir
edemiyordum. Filhakika padişahın değişmesi bir memleket ve millet için pek
büyük bir hadisedir. Ben, veliaht hazretlerini Almanya seyahati münasebeti ile
pek iyi tanımıştım. Aramızda bir dereceye kadar hususiyet ve samimiyet de hasıl
olmuştu. Gönlüm onun tahta cülûs ettiğini müteakip bizzat tebrik etmek mi
istiyordu? Acaba bunun için mi teessür ediyordum! Hayır zannederim bu da değil!
Kendisiyle başlamış olan münasebeti azami derecede ilerletmek fırsatı elimde
iken, müstağni davrandım. Bir defadan maada ziyaretine gitmedim. Hatta bu defa
İstanbul'dan ayrılırken veda dahi etmedim. İşte teessür bundan ileri geliyor...
Cemal Bey ve arkadaşına karşı da teessüratımı gizleyemedim. Fakat izah etmedim.
Onlar giderken Miralay Emin Bey girdi. Onunla da aynı zemin üzerinde görüştük.
Hiç olmazsa telgrafla tebrik edeyim dedim, mamafih alacağımız ilk gazete
tafsilatına talik ettim. Bugün Compresse zamanı tam bu buhranlı havadisin
alındığı sıraya tesadüf etti. Unuttum ve ilk defa programın bir noktasından
inhiraf etmiş oldum. ...... Emin Bey akşam Imperial'de görüşmek üzere gitti.
Ben de öğlen yemeği için çıkmak üzere giyinmeye başladım. Doktor geldi, yatak
odasına girdi. Ona padişahın vefatını ve yeni padişahın bana muhabbetini
söyledim. -O halde hemen gitmek mi istiyorsunuz, dedi.- İyi olduktan sonra
dedim. Teklifim üzerine doktor öğlen yemeğini beraber yedi. 37 ...... Siyah bir
elbise giydikten sonra Imperial'e gidecektim. Emin Bey'e telefon etmek istedim.
Evin telefonunun üçüncü katta olduğunu şimdi öğreniyordum. O katın güzel fam de
şambrı Anna beni asansörle yukarı çıkardı. ...... Imperial'de, methalde Emin
Bey'i bekliyor gördüm. Biraz konuştuk. Altıncı Sultan Mehmed'in tahta cülûsuna
dair telgrafı okuduk. Cemal Paşa ile aramızda bir şey olduğundan bahsedildiğini
işitmiş. Evet dedim, izahata başladım. Refikası geldi. Onun önünde bazı
noktaları geçmek üzere vakayı tamamen hikâye ettim. Yemek zamanı gelmişti
ayrıldık. ...... 6 Temmuz 1918 Cumartesi Sabah saat 7'de birinci ve saat
7.20'de ikinci kadehi yatakta içtim. Sabah kahvaltısını saat 8'de aldıktan
sonra saat 10'a kadar kitap okudum. Bugün hamam günü idi. Banyo aldıktan sonra
saat 12.30'a kadar evde bulundum. Kitap okumakla meşgul iken, harp
kahramanlarının resimlerini havi Almanya, Avusturya, Türkiye, Bulgaristan'a ait
dört cilt bir eserin, Avusturya Harbiye Nezareti tarafından çıkarıldığını ve
benim alacağımı tahmin eden, pupda sâkin Ahmet Paşa tarafından gönderildiğini
ifade eden bir madam geldi. Bu sırada Emin Bey de gelmişti. Kadınla
anlaşamadık. Saat yarıma doğru Emin Bey'le beraber çıktık, o banyoya, ben
lokantaya gittim. Yemeğe oturduğum sırada doktor Vermer geldi. Beraber yemek yedik.
...... Yemekten sonra eve geldim soyundum. Biraz kitap okuyayım dedim. Uzanmış
olduğum şezlongun üzerinde uyumuşum. Uyandığım zaman Selanikli, rüştiyede sınıf
arkadaşlığı ettiğim Mahmud Efendi geldi. Yarın Viyana'ya avdet edecekti. Benim
hayatımla alakadar göründü. Rüştiye hayatından beri görmediğim bu çocukluk
arkadaşıma hayatımı ve sergüzeştimi hikâye ettim. Nişanlarımı görmek istedi.
Gösterdim. O gittikten sonra tıraş oldum. Asker elbisesi giydim. Hoşuma giden
bir Bulgar nişanımı, Avusturya nişanımın üstüne boynuma taktım. Bu gece Emin
Bey ve refikası hanımefendi tarafından Imperial'de dine'ye davetli idim. Saat
7'de evden çıktık, yarım saat kadar Posthof istikametinde yürüyüş yaptım. Saat
8'e yakın otele geldim, yemek yedik. Badehû iç salonda saat 10.30'a kadar
konuştuk. Ondan sonra eve geldim. Saat 12'ye kadar kitap okudum. Sonra yattım,
uykum kaçtı. Tekrar yatağın içinde doğruldum. Bir sigara içtim. Tekrar yattım.
Yine uyuyamadım. Tekrar bir sigara içtim. Saate bililtizam bakmıyordum. En
nihayet uyumuşum. Akşam taamı esnasında hep askerlikten bahsettik; ben biraz
Arıburnu ve Anafartalar'dan, biraz da Bitlis, Muş cephelerinden bahsettim. 38
Hanımefendi, asker kızı, asker refikası, asker hemşiresi olduğundan, bu
hikâyattan zevk alıyordu. Kumandanların en büyük cesareti, mesuliyetten
korkmamalarıdır, dedim, filhakika mesuliyetin ağırlığını ben kendi nefsimde
tecrübe ettim. Namuslu ve izzet-i nefis sahibi bir kumandan için ölüm hiçbir
vakit varid-i hatır olmaz, onu düşündüren icraatının isabet ve adem-i
isabetidir. Bilakis, ricat manevrası için kumanda da pek büyük isabet-i karar,
nüfuiz-i nazar olmak lazımdır. Bizim ordumuzu felaketlere sevkeden ekseriya
ricat manevrası için sahib-i azim ve karar kumandanlarımızın mefkudiyeti
olmuştur. Faik düşman taarruzu karşısında ekseriya kumandanlar, askerin kendi
kendine terk-i mevkii ettikleri zamana kadar karar vermekten tehaşi ederler ve
sonra da ricati bir kabahat ve askeri kabahatli görürler. Hanımefendi, bir
muharebeden sonra muzaffer bir kumandanın dolaşması kim bilir ne kadar zevkli
olacak dedi? Bunu tasdik etmekle beraber, -Bendenize, dedim, hayat-ı
askeriyemde en çok zevk duyduran, Muş cephesinde Sekizinci Fırka ile yaptığım
ricat manevrasındaki muvaffakiyet olmuştur. Bu hareketin kıymetini evvala hiç kimse
takdir edememiştir. İstanbul'dan ve benden evvel ordu kumandanı olan İzzet Paşa
hazretlerinden vürud eden telgraflarda bir inhizam ve felaket mi olduğundan ve
bu hali meşumdan sonra düşmanın nerelere kadar gelebileceğinden, daha ne kadar
kuvvet istediğimden bahsediliyordu. Bu telaşta müşarünileyhin hakkı da yok
değildi. Çünkü ben tatbik ettiğim manevranın benim içinde bulunarak, görüp
takdir ettiğim esbab-ı mucibesini izaha vakit bulamıyordum ve daha doğrusu
hareketimin esbab-ı muhaffefe ve ilmiye ve fenniyeye müstenid oludğu kanaat-i
kâmilesi beni ''Şunun için veya bunun için fırkayı çekiyorum...'' demeye
tenezzül ettirmiyordu. Sadece vaziyet şu kararı icap ettirdi diyor ve aynı
zamanda tatbik ediyordum. Düşmanın beş misli faik kuvveti karşısında arkadaşım
Mehmet Nuri Bey'in fırkası katiyyen mağlup olmadan ve bilakis pek şanlı
muharebat yaparak, adeta bir manevra meydanında talim ettiriyor gibi, 3 gün
birinci ilk bulunduğu mevzide muharebe ettirdikten sonra, Tarkos hattına ve
oradan da bir gece manevrasıyla daha geriye ikinci bir hatta çektim. Düşman
bizi mağlup ettiğine kani oldu, daha ziyade takip etmedi. Karşımda dağınık üç
grup halinde tertibat aldı. On gün sonra Bitlis cephesinde de beraber olmak
üzere burada icra ettiğim taarruzla düşmanı mağlup ve perişan ederek Muş'u
zaptettim. Aynı günde Bitlis'i de zaptetmiştim. Benim için böyle bir misal
göstermek lazımdı. Çünkü aksi takdirde yaptığım ricatın iddia ettiğim derece-i
ehemmiyeti anlaşılamayacaktı. Cesaret hakkında daha görüşülüyordu. Dedim
-Malum-i âlileridir, kitaplarda, bir yerde gayet cesur olan asker, diğer bir
yerde ürkek ve bilakis bir yerde ürkeklik göstermiş bir kıta-i askeriyenin
diğer bir yerde cesur olabileceğini okudum. Ben daima tabiat-ı askeriye,
ahval-i ruhiye ve maneviyeye çok dikkat ederim. Hakikaten bu hali birçok
defalar ben de gördüm. Bunun muhtelif avamil ve vesaiki olabiliyor.
Kumandanların hal ve şanı ve kuvvet-i kalp ve itimad-ı nefse derece-i
malikileri pek büyük ehemmiyeti haizdir. Arıburnu'nda, Mahmut efendi namında
Şamlı veya Halepli bir tabur kumandanı vardı. Bu benim kumanda etmiş olduğum
19'ncu fırkanın bir alayında bulunduğu için zaif'ül-kalp olduğunu hissetmiştim.
Bu zat, bir gün, ilk Arıburnu'nun kanlı muharebatı hengâmda, doğrudan doğruya
bana gösterdiği bir raporunda taburu yerinde tutmak mümkün değildir. Bunun
yerine şayan-ı itimat diğer bir tabur göndermezseniz felaket muhakkaktır.
Derhal mümaileyhi karargâhıma celbettim. -''Mahmut Efendi! dedim. Senin
taburunu tanırım gayet 39 kıymetli ve kahraman bir taburdur. Korkan sensin ve
bütün maiyetinin senin gibi korkuyor, tevehhüm ederek kaçacaklarını kabul
ediyorsunuz. Binaenaleyh düşmanın taarruzunda iddia ettiğin felaket olursa
taburunun cesaretsizliğinden değil, senin cebanetinden vuku bulabileceğini
şimdiden kabul ediyorum. ...Taburunuz bulunduğu mevkiden kıpırdamayacaktır!..''
O günün gecesi düşman filhakika faik kuvvetlerle 3 defa bu tabura taarruz etti.
Siperlere kadar geldi. Kısmen siperlere girdi. Her defasında ateşle ve süngü
ile Mahmud Efendi düşmanı attı. Ve sonra bana muvaffakiyetini büyük
memnuniyetle mali bir raporuyla yazmıştı. Raporunda Mahmud Efendi'nin adeta
mağrur cesaretli bir kumandan olduğu hissediliyor. Bu zat sonra iyi kumandanlık
etti. Alay kumandanı oldu... Anafartalar Grubu Kumandanlığı'nın nasıl ve ne
vaziyette uhdeme tevdi olunduğunu hikâye ettim. Liman Paşa, Esat Paşa, Enver
Paşa ile bazı vaziyetlerimizi söyledim. Yemekten sonra oturduğumuz salon, dans
salonunun ittisalinde idi. Gayet zarif, latif birkaç genç kadın simokinli
erkeklerle dans ediyorlardı. İki salon arasındaki büyük camlı kapı köşede işgal
ettiğimiz fotöylerden bu tekerrür ve temadi eden Vonstep'leri seyre pek
müsaitti. - Ne güzel dedim. Dansı çok sevdiğimden ve ataşemiliterlik zamanımda
birinci valsörlerden addedildiğimden bahsettim. Hanımefendi de kızlık hayatında
çok dans ettiğinden ve dansı sevdiğinden bahsetti ve sonra ilave etti... - Bu
hayatın bizde teessüsü ne kadar müşkül... Dedim ki, ben her vakit söylerim,
burada da bu vesile ile arzedeyim benim elime büyük selahiyet ve kudret
geçerse, ben hayat-ı ictimaiyemizde arzu edilen inkılabı bir anda bir ''Coup''
ile tatbik edeceğimi zannederim. Zira, ben, bazıları gibi efkâr-ı avamı,
efkâr-ı ulemayı yavaş yavaş benim tasavvuratım derecesinde tasavvur ve tefekkür
etmeye alıştırmak suretiyle bu işin yapılacağını kabul etmiyor ve böyle
harekete karşı ruhum isyan ediyor. Neden, ben, bu kadar senelik tahsil-i âli
gördükten, hayat-ı medeniye ve ictimaiyeyi tetkik ve hürriyeti tezevvuk için
sarf-ı hayat ve evkat ettikten sonra, avam mertebesine ineyim. Onları kendi
mertebeme çıkarayım, ben onlar gibi değil, onlar benim gibi olsunlar. Mamafih
bu meselede şayan-ı tetkik bazı noktalar var. Bunları iyice takarrür ettirmeden
işe başlamak hata olur. Ben henüz mücerret bulunan bir adamım. Benimle, bir
müteehhilin bu babtaki tarz-ı muhakematı arasında fark olabilir. Fakat bu
hususta tamamen bitaraf olmak ve hissiyat-ı basiteden tecerrüd etmek lazımdır.
Şimdi, şunu, demek istiyorum. Ahlak, her zümre-i ictimaiyenin telakkisine göre
başka mana, başka renk, başka maksat gösteriyor gibidir. Mesela bizde, iffet ve
ismet pek büyük ve sıkı kuyudata tabidir. Bir Avrupalı bu kuyudu tanımıyor...
Onlar bizim nazarımızda tamamen ahlaksız, onlar nazarında biz tamamen vahşi...
Binaenaleyh iki felsefeden birini tercih etmek lazım geliyor. Hal-i asli-i
tabiiye avdet fakat daha süslü, daha insani erkek ve kadın tamamen hür ve
müstakil ve madam -ül- hayat hiçbir muayyen rabıtaya tabi olmayacak... Fakat
idame-i beşeriyet, temin-i refah-ı cemiyet, muhafaza-i intizam-ı umumiyet için
kanunlar, kaideler olacak, bunlara riayet edilecek. 40 Veyahut kemale gelen her
erkek ve her kadın kendine her nokta-i nazardan küfüv olan bir eş buluncaya
kadar, muhafaza-i nezahet edecek ve bulduktan sonra teşekkül edecek çift bir
ocak vücuda getirecek... Tarafeynden biri ölünceye kadar, veyahut şimdiye kadar
mer'i kavaid ve kavanin-i şeriyenin mesağ gördüğü esbab tahtında ittifak
edinceye kadar erkek karısına, kadın yalnız kocasına manen, fikren, maddeten
hasr-ı mevcudiyet edecek... Zevceynde, harice taşmak istidadında olan hissiyat
ve temayülatı boğmak için tedbir alalım: İslamiyette tatbik edilmekte olan
tesettür, kadınların kocalarından başka erkekle katiyen temasa gelmemeleri ve
hayat-ı hariciyeye malik olmamaları bir dereceye kadar kadınları tevkif eder,
fakat erkekler için, bugünkü, zemin-i medeniyette bir mania icat etmek
müşkül... Vakıa onları ciddi ve sürekli mesai içinde bulundurmak suretiyle
meşgul etmek varid-i hatır olur. Pek güzel, o kadar ciddi ve yorucu meşagilden
sonra, son asır terakki ve medeniyetin şuaatiyle ve dimağı tenevvür etmiş bir
erkek, işinden doğru evine gelip, kapanmak suretiyle yarın için icab eden zevk
ve kuvvet-i mesayii iktisab edebilir mi? ...Biraz hava, biraz musiki, biraz
tiyatro, hülasa bir hayat arzu etmez mi?.. Bu icabat-ı tabiiye ve medeniyeyi
tatbik ederken yanında karısı bulunmazsa, bu noksanı telafi etmek lazım
gelmeyecek mi? Çünkü bir erkek için kadın huzurundan, kadın sözünden, kadın
refakatinden mahrum bulunmak bir noksandır, bu behemehal tatmin olunur. Fakat
evde erkeksiz kalacak kadın için erkek ihtiyacı aynıdır. ...Ruh ihtiyacıdır ve
mühim olan budur. Sonra, bu derece sıkı şeraite tabi yaşayacak kadınlarımızın
hayat hakkında, medeniyet hakkında, hürriyet hakkındaki fikirleri, ihtisasları
ne olabilecektir? Hatıra gelir ki, biz kadınlarımıza çocukluklarından itibaren
evleninceye kadar mekatib-i âliyede tahsil-i ulum ve fünun elsine ettiriz.
Evlendikten sonra bütün bu servet-i malumatiyle kocasını, ocağını tezyin ve
tesrir edeceğini de öğretiriz. Fakat evleneceği seneye kadar, bu tahmil edilen
mükemmel tahsili nerede vereceksiniz. ... Mekteplerde mi? Bir defa terbiye ve
tahsil valde kucağında başlar, saniyen, erkekler de böyledir, mektepten insan
mükemmel bir model olarak çıkmaz, hayata, medeniyete ve her şeye ait hakiki ve
mütemerkiz terbiye ve kanaat ve ictihatlar mektepten ve hayat-ı umumiyeye
bizzat ve bilfiil iştirakten sonra ve insanları, memleketleri işleri bittemas
tetkik ve tetebbü ederek iktisap olunur ve mektep tahsil-i terbiyesi, görgüsü
erkek olsun, kadın olsun insana hayat-ı umumiye-i müşterekede ilk adımı atmak
için bile ekseriya gayr-ı kâfidir. Erkek gibi kadın da, kadınlığını, kadınlığın
mevkiini, ehemmiyet-i hayat-ı hakikiye ve müştereke içinde birçok hatalardan,
sevaplardan sonra takdir edecek ve muvazenesini bulabilecektir. Mesele bu
nokta-i nazardan tetkik edilirse ve sonra bir erkek ilk sinn-i şebab ve devre-i
hararetinden bil'itibar, hayatının her devresinde, ömrünün her anında irtikab
ettiği ve etmek istidadında bulunduğu -mer'i kavait-i ahlakiyyeye menafi-
harekâtın, mantıkın haricine çıkmamak şartıyla, onu sahib-i fazilet ve ciddiyet
bir adam olmaktan menetmediği ve bilakis bu harekâtın hayatta tecrübe telakki
edildiği ve ancak böyle bir adam, kadını tanımak, bir kadını mesut etmek, bir
kadınla mesut olmak yollarını en iyi bilebileceği nazar-ı dikkate alınırsa,
aynı tecarübü geçirmemiş bir kadının kocasına edeceği muameleyi, onun bütün
ruhi, hissi, maddi ihtiyacını bihakkın tatmin edeceği nasıl mümkün ve kabul
görülür. Ecdadımızın, Osmanlı dilaverlerinin izdivac usulü mağrur erkeklerin
tercih edeceği bir tarzdır. Bir Osmanlı için, o da her emir ve işaretine amade
yalnız kendine hasr-ı vücut etmiş veya etmeye mecbur kalmış bir veya daha
ziyade kadın vardır. Koca yiğit, bunlarla ancak zamanında meşgul olur. Sonra
atı vardır, silahları vardır. At ve silah ile icra ettiği askerlik sanat ve
muzafferiyet ve ganaimi kendince eğlendirmeye kâfidir. 41 ................
Fakat zannediyorum, artık bugün kadınları büyük babalarımızın müthiş nazarları
altında sinmiş olduğu gibi bulunduramayacağız. ................ Velhasıl
netice: Bu kadın meselesinde cesur olalım. Vesveseyi bırakalım... Açılsınlar
onların dimağlarını ciddi ulûm ve fünûn ile tezyin edelim. İffeti, fenni sıhhi
surette izah edelim. Şeref ve haysiyet sahibi olmalarına birinci derecede
ehemmiyet verelim. Sonra şahsi irtibata gelince, tabiat ve ahlakımıza muvafık
karı arayalım ve onunla şurût-i izdivaciyemizi açık ve kati kararlaştıralım.
Ona, riayette kusur edince, onun icabatını yapalım. Kadın da böyle hareket
etsin!.. *** 7 Temmuz 1918 Pazar Bugün öğlen yemeğini restoran pup'ta Cemal ve
Hüsnü Beylerle beraber yedikten sonra, alaturka birer kahve içmek için benim
apartmanıma geldik. Kahveler içilirken, ben kendilerine bu hatırat defterimi
okudum. 6 Temmuz hatıratının sonundaki kadın meselesine dair olan satırlardan
sonra, Cemal Bey - Sonra, dedi! Onlar bir şey söylediler mi?- Şayan-ı kayıt
başka bir fikir mevzuubahis olmadı, dedim. Mahaza, benim bu yazılarımdan
istihrac olunan fikir de, belki, biraz elastikidir. Meseleyi radical bir
surette halletmiyor ve ben bunun başka türlü ifadesini araştırmak istemiyorum.
Cemal Bey, icraat hususunda efkâr-ı avama riayetin her vakit caiz ve lazım
olmadığını teyid için Adana'da polis müdüriyeti esnasındaki bazı icraatını
söyledi. Ben de aynı noktaya temas eden bazı işlerden, Diyarbakır'dan
bahsettim. ............... Şimdiye kadar akşam taamları için Imperial'e
gittikçe ya asker elbisesi ile bulunuyor veya ceket atay yahut siyah renkli bir
sivil elbise giyiyordum. Halbuki mezkûr sakinlerinin büyük tuvaletleri,
erkeklerinin smokinli bulunmaları bana da sivil gittiğim zaman smokinimi
giymeyi tercih ettirdi. Bu gece taamdan sonra salonda Emin Bey ve refikası
Hanım, Cemal Paşa'nın biraderi Kemal Bey ve Seyfi Bey'in refikası Mebruke Hanım
ile bir müddet görüşüldü. Son zamanda Madam Cemal Paşa da bizim masaya
gelmişti. Hüseyin Cahit Bey, Madam Cemal Paşa'nın bulunduğu diğer salonda
onunla beraber bulunuyorlardı. Hüseyin Cahit Bey'le her tesadüfümde
selamlaşıyor ve birkaç kelime görüşüyoruz. Fakat herhalde aramızda eski ve sıkı
bir muarrefenin mevcud olmadığını Emin Bey fark etmiş ve bana daha dineden
(yemekten) evvel Hüseyin Cahit Bey'le tanışmıyorsunuz galiba demişti. Ben de o
kadar değil, mamafih kendisiyle tanışmak benim için faidelidir. Kendisi
herhalde memleketimizin güzide 42 şahıslarından biridir. Mukabelesinde
bulunmuştum. Hüseyin Cahit Bey'in Altın Kalemi İlan-ı hürriyeti müteakibdi. Bir
gece, askeri kulüpte fevkalade bir ictima vuku bulacağını akşam üzeri işitmiştim.
Halbuki, ben askeri kulübün heyet-i idaresi azasından bulunduğum için benimle
beraber heyet-i idareyi teşkil eden Kerim Bey (Elyevm Kolordu Kumandanı Kerim
Paşa) ve Cemil Bey (Erkân-ı harp, Birinci Kolordu Erkân-ı Harbiye Reisi) ve Ali
Şevket Bey'in (Elyevm Arnavutluk zabiti, binbaşı, kendisini Viyana'da gördüm.
Avusturya ordusuna merbut ve mezkûr ordunun üniformasını taşıyor). Malumatımız
olmadan böyle bir ictimaın vuku bulmaması lazım gelirdi. Kulübün nizamnamesi
icabatı böyle idi. Şundan, bundan istizah-ı keyfiyet ettim, buna karar ve emir
verenin doğrudan doğruya ordu kumandanı Hadi Paşa olduğunu ve Erkân-ı Harbiye
Reisi Ali Paşa'nın bizzat iştigal eylediğini anladım. Akşam zamanı-ı
muayyeninde, ben de, içtima salonuna girdim. Salon büyük, küçük rütbeli zabitan
ve kumandanlarla tamamen dolu idi. Bazı zabitler, yekdiğerini müteakip nutuk
veriyorlar, herkes alkışlıyor. Söylenen sözlere dikkat ettim, Ali Paşa'ya
sordum, içtimaı ve alkışlanan sözlerin medlulünü anladım. Muharrir meşhur
Hüseyin Cahit Bey'in altın kalemi... O günlerde Yunan gazetelerinden biri
yazdığı bir makalede Osmanlı ordusu hakkında hakaretamiz kelimeler kullanmış...
Hiç kimse buna karşı ses çıkarmamış, yalnız Hüseyin Cahit Bey Osmanlı ordusuna
tevcih edilen bu hakareti kalemiyle reddetmiş, bu hareket zabitanın takdirine
mazhar olmuş, kumandan nezdinde teşebbüste bulunmuşlar, Cahit Bey'e
Selanik'teki zabitan namına bir hediye takdimi düşünülmüş, bunu kararlaştırmak
ve tedariki için zabitandan icap edecek parayı toplamak için işbu içtima
vukubulmuştu... Şimdi Tahsin Efendi'nin, gayet hararetli ve mutantan bir nutku
alkışlanıyordu. Tahsin Efendi benim sınıf arkadaşım idi. Yüzbaşı iken istifa
etmiş veya tekaüd edilmiş ve Selanik'te Silah gazetesini çıkarıyordu. Bu gazete
okuyanlarca malum olduğu üzere mahalle kahvehaneleri müdavimlerini galeyana
getiren mahiyette manalı manasız sözler, fikirlerle mali idi... Tahsin Efendi,
(Silahcı Tahsin) lakabını almıştı. Bu suret talakkub, iki muhtelif nevi
talakkubdan neşet etmişti. Bazıları Silah gazetesinin adeta atıp tutmalar
naşiri olmasından istihza makamında ve diğer bazıları... Avam, bu gazeteyi
mahalle kahvesinde biri yüksek sesle okuyup diğerleri dinlediği zaman adeta
ateşlendikleri ve Tahsin'in palikaryalara veya Moskoflara savurduğu ağırca
küfürlerin düşmanların ciğergâhına bir tüfek, bir silah mermisi gibi tesir
etmekte olduğundan asla şüphe etmedikleri için makamı takdir ve teşcide bu
(babayiğit)'e (silahcı) demişlerdi. Bunun şahsını, ahlakını, kuvvet-i ruhunu
tanımayanlar yazılarını okudukları zaman kendisini hakikaten sevdayı milliye ve
aşkı vatanla kalbi yanan ve ateşin sevkiyle millet ve vatanı için ölümler
arayan bir kahraman zannedebilirlerdi. Erbab-ı izan için cehalet ve
şarlatanlığı takdir etmek bittabi müşkül değildi... Fakat köylerde,
kasabalarda, hatta büyük şehirlerde avam için Tahsin, milliyet ve
vatanperverliğin bir sembolü idi. Bence de zavallı garip bir tip (type) idi. 43
Biçarenin akıbeti pek feci olmuştur. 1913'te Sofya'da ataşemiliter bulunduğum
sırada, bir gün Silahcı Tahsin'in, sırtında alelacaip bir sivil elbise,
ayaklarında ihtimal zabitlik zamanından kalmış bir çizme olduğu halde
sefarethanenin önünde gördüm. - Hayır ola, Tahsin Bey, dedim. Burada ne
arıyorsunuz, ne vakit geldin? - Dün geldim, dedi. Sizi arıyordum. Görüşmek
istiyorum. - Buyurun, dedim. Ben sefarethaneye girmek üzere gelmiş iken sarf-ı
nazar ettim. Tahsin Bey'le beraber kendi ikametgâhıma gittik. Ben Sofya'da
Boulouvard Ferdinand'da bütün Sofya arabalarınca Numiero Trissisedim denmekle
tanınan güzel bir evde ikamet ediyordum... Enver Paşa, teşkilat-ı mahsusa namı
altında bir teşkilat vücuda getirmiştir. Bunun gayesi Memalik-i Osmaniye
haricinde Makedonya'da, Kafkasya'da, Mısır'da, Afrika'da, Acemistan'da,
Türkistan'da, hülasa Osmanlı Amal-i Milliyesinin küşayiş bulabileceği her yerde
mekasıd-ı hususiye takip etmek... Bağdad'da, İngilizlerle muharebede mağlup
olduğu için müteessir olup, intihar eden Süleyman Askeri Bey bu hususta Enver
Paşa'nın en ileri muavinlerinden bulunuyordu. Bu teşkilat-ı mahsusanın en faal
şubesi Makedonya ile iştigal edeni idi. Bir aralık İstanbul'da, Bulgar komite
rüesasından bazıları ile yapılan müzakerat neticesinde bir (Makedonya) Komitesi
teşkiline ve müştereken çalışmaya karar vermişler... Süleyman Askeri, bu maksat
için Sofya'da, adeta bir murahhas olarak sık sık isbat-ı vücut ediyordu.
Süleyman Askeri Beyin Basra Valiliği ve kumandanlığına tayininden sonra, benim
arkadaşım olan ve Solak İbrahim denmekle arkadaşları arasında maruf olan bir
zat hemen aynı vazifenin ifası için Sofya'ya gelmişti. İstanbul'da, her
kahramanım diyeni komiteye ithal ve Makedonya'ya geçmek üzere Sofya'ya izam
ediyorlardı. Silahcı Tahsin Bey de bu meyanda gelmişti. Bu zavallı her işi
Silah gazetesinde avama aşk ve galeyana ve fakat hareketsiz bir takdire
sevkeden makaleleri yazmak gibi bir vazife ifa edeceğini tahayyül ederek
Sofya'ya kadar gelmiş. Burada Makedonya'ya geçmek, dağlarda eşkıyalık etmek,
silahı gazetesinin serlevhasından eline almak ve kullanmak lazım geleceğini
anlayınca, Tahsin yapamayacağı bir işe sevkedilmiş ve İstanbul'da sefalet ve
ıstırabını şurada, burada söylemekten mütevellid mahzurun refi ve defi
maksadıyla İstanbul'dan biliğfal çıkarılmış olduğunu anlar... Şimdi ne yapayım,
dedi. - Arkadaşlarınla beraber gideceksin, ayağına çarığı geçirecek ve eline
mavzeri alacak siyasi maksadınız ne ise onu istihsal edinceye kadar
çalışacaksın, dedim. - Ben, evvela siyasi maksadın ne olduğunu anlamadım. Kimse
bana bir şey anlatmadı. Ben böyle körü körüne dağlarda dolaşamam, İstanbul'a
döneceğim, dedi. - İstanbul'a dönemezsin, dedim. - Niçin! Dedi. O zaman intisap
ettiği komitenin bir nizamnamesi olup olmadığını ve bunu okuyup okumadığını
sordum. Hemen cebinden bir nüsha çıkardı. 44 - Bu mu? dedi. - Evet! dedim, bunu
okuyunuz, ben de bu vesile ile ıttıla etmiş oldum. Tahsin Bey birinci maddeden
başlayarak yüksek sesle okumaya başladı. Bilmem kaçıncı madde idi, biraz daha
dikkatli ve bir defa daha okumasını söyledim. Öyle yaptı, fakat benim istihrac
ettiğim manaya o intikal edemedi. Tekrar okuması ve anlaması için anlayamadım.
Bir daha! dedim... Bu madde komiteye dahil olanlar, sözlerinden hulf ederlerse
hakkında tatbik olunacak cezaya ait idi ve Tahsin Bey'in bu meseleye nazarı
dikkatini celbettim. - Ne demek dedi. Bunun bana ne nispeti olabilir. Bana
yemin de ettirmediler. Ben İstanbul'a gitmekle yeminimden hulf etmiş
olmayacağım ki. Tahsin vaziyeti benim ihata ettiğim derecede kavrayamıyordu.
Halbuki Tahsin İstanbul'a giderse, komite tarafından idam edileceğine hüküm
veriyordum. Çünkü yeni teşekkül etmiş olan bu komite teşkilatında ciddiyet ve
nizamnamenin meriyetinde şiddet iltizam etmek isteyecektir. Bunu bilakis irae
için Tahsin'den hafif bir av olamazdı. Fakat ben daha fazla izahat vermek,
mütalaat ve tenviratta bulunmaktan ictinab ettim. Çünkü Tahsin'in yaygaracı
olduğunu biliyordum. Bu maddeye bir defa daha ve ciddi olarak nazarı dikkatini
celbettikten sonra ihtiyar-ı sükût ettim. - Ben, dedi, behemehal İstanbul'a
gidip bu zevat ile anlaşacağım. Fakat hiç param yoktur. Rica ederim, bana yalnız
yol parası veriniz. Eski mektep arkadaşıma bu kadar cüzi bir para iare etmek
benim için pek tabii ve ehemmiyetsiz idi. Fakat evvela seyahatini teshil
etmemek ve saniyen benim muavenetimle İstanbul'a avdet ettiğinin şüyuuna mahal
vermemek için - Peki istediğiniz kadar para vereyim, fakat İstanbul'a gitmek
için değil... Ve zaten yanımda para yoktur. Sefaretteki kasada muhafaza
ediyorum dedim. - Merak etmeyiniz, ben İstanbul'a yalnız vaziyeti daha iyi
anlamak ve yine avdet etmek üzere gideceğim dedi. O esnada Sobranya'da mebus
arkadaşım İsmail Hakkı Bey geldi. Tahsin'in de arkadaşı idi. İsmail Bey'den
istiare edebilirsin dedim. Ve o suretle para meselesi halledildi. Zannediyorum
bir gün sonra idi, Talat Paşa (o zaman bey) Sofya'ya gelmişti. Tahsin sefarette
herkesin muvacehesinde müşarünileyhin yanına geldi ve yüksek sesle kendinden ve
vaziyetten ve mantıksızlıktan bahsetti. Talat Paşa mumaileyhi daha fazla
söyletmemek için salona aldı, yalnız görüştüler... Kendisine İstanbul'a
dönmeyip, kendisi oraya gittikten ve icap edenlerle görüştükten sonra, Fethi
Bey vasıtasıyla vereceği telgrafın mefadına göre hareket eylemesini söyler.
Talat Paşa'nın avdetinden sonra da Tahsin birkaç gün daha bekler. Nihayet
hiçbir işar vuku bulmamış olduğundan İstanbul'a hareket eder. 45 Beş on gün
sonra İstanbul gazetelerinde bir vaka-i müessife okuyorum. Silahcı Tahsin
Bey'in biruh olarak cesedi bir çuval içinde mezarlıkta bulunmuştur. Merhumun
Allah taksiratını affetsin...! Gelelim Cahit Bey'in altın kalemine: Bu zavallı
Tahsin alkışlanan jestlerinin, bazılarına pek müessir gelen tarz-ı beyanının
bütün kuvvet ve belagatiyle diyordu ki: Ordu, bütün bu koca kahraman Osmanlı
ordusu, bütün bu Viyana surlarına kırmızı sancaklar diken celadetli ecdadımızın
hayr-ül halefleri Yunan palikaryalarının kahkaha-i istihzası karşısında
muhakkar olmuştu. Bir adi Atina paçavrası dün, bizi, arslan Osmanlı zabitlerini
tezyif eden, tahkir eden sütunlarıyla Atina sokaklarında, Pire Rıhtımı'nda ta
Girid'imizin, Venizelos hempalarının pençe-i kahrında kalan Hanya'sında, burada
bu menba-ı hürriyet olan mukaddes Türk memleketi Selanik'imizin Hürriyet
Meydanı'nda kucak kucak tevzi olunuyordu. Kimse, evet kimse, ordunun nasıye-i
haysiyetine atılan bu çamur, bu gılzet parçasını görmek bile istemedi. İşte
Hüseyin Cahit Bey, o muhterem muharririmiz, o büyük vatanperverimiz bunu derhal
gördü mütehassis, mütessir oldu, kalemine sarıldı ve alçak palikaryalara cevap
verdi. Ordunun şan ve haysiyetini müdafaa etti. Ona elbette altından bir kalem
lazımdır! Bunu da ordu takdim edecektir.'' Bilaistisna hazirûn bu hareretli
sözleri dinliyordu. Ben, ordu kumandanı, Erkân-ı Harbiye Reisi vesair ordu
ricalinin huzurunda, Yüzbaşı Tahsin Efendi'nin veyahut Silahcı Tahsin Bey'in
askeri kulübünün harb oyununa, sanata ait konferans azasına tahsis olan salonda
bu hatipliğinden memnun olmadım. Bunu inzibat-ı askeriye, terbiye-i askeriyeye
münafi buluyordum ve bir taraftan böyle bir ictimaa ve bu tarz-ı harekete
müsaade etmek aczinde kalan ordu kumandanına kızıyordum. Tahsin Bey'e cevap vermek
üzere ayağa kalktım: ''Tahsin Efendi, dedim! Yunan gazetelerinde ordumuza
tevcih edilmek istenilen hakaretin ne olduğunu henüz bilmediğimi itiraf ederim.
Hazirûn meyanında, benim gibi bu hususta henüz gafil kalmış zevatın bulunduğu
muhtemel olmamakla beraber, evvela bir defa bu cihetin tenvirini sizden rica
ederim!'' Halbuki Tahsin Bey'in bu hususta esaslı bir malumatı yokmuş, başka
kimse de sesini çıkarmadı. Ben devam ettim: ''Eğer bir Yunan gazetesi filhakika
Osmanlı ordusunu tahkir etmiş ise, bunu, Hüseyin Cahit Bey'in bir makaleyle
cevap vermesi kapatamaz. Meseleyi daha ciddi halletmek lazım gelir. İhtimal ki,
hükümetimizin bu hususta usul-i dairesinde teşebbüs etmesi lazımdır. Bundan
fazla olarak tamamen ordunun teessür ve galeyanını göstermek için ise, bence
Cahit Bey'in makalesinini hiçbir hükm-i tesiri yoktur. Fevkaladelik şöyle olur,
mesela zat-ı aliniz gibi kahraman bir ordu mensubu, kalkar, Atina'ya gider ve
kendi nam ve hesabına ve fakat Osmanlı ordusunun hakaret kabul etmez bir cüzü
sıfatıyla o tahkiramiz makaleyi yazan muharriri ve neşreden gazete müdürünü,
hülasa bu hakareti tevcihde amil olanı veya olanları ya düelloya davet eder
veyahut bunu kabul ettiremeyeceğini anlarsa, doğrudan doğruya tepeler ve
kendisini teslim ederek, Osmanlı ordusunun şeref ve haysiyeti uğrunda her türlü
avakibe razı olur. Bence Hüseyin Cahit Bey'e en çok üçüncü ordu namına
teşekkürü mutazammın bir telgrafname keşide etmek ve hareket-i vakıasının mucib
olduğu bu hararetli ictima vasfında ordu zabitanının hissiyat-ı
takdirkâranesini bildirmek kâfidir.'' Mamafih altın kalem için para toplamaktan
sarf-ı nazar etmediler. Ancak netice olarak fi'ilen tatbik edilen bir 46
telgrafname keşidesi oldu zannederim. Mebruke Hanım'ın İctihadı Seyfi Beyin
refikası Mebruke Hanım diyor ki, -Bütün genç kızlarımız biraz fazla tahsil ve
terbiye gördükten sonra validelerini beğenmiyorlar. Onları adi görüyorlar. Ben
buna çok kızarım. Bence valideler, kızlarını kendi seviyelerinden fazlaya
çıkacak mertebede tahsile devam ettirmemelidirler. Varsınlar cahil kalsınlar...
- Dedim ki, Hanımefendi! Bu pek tabiidir. Yüksek seviyede olan, kendi
seviyesinden irfanen dûn olanı beğenmez. Fakat bu hal haddizatında şayan-ı
takdir ve teşvik görülmek lazım gelmez mi? Her yeni yetişen kendinden eskisini beğenmeyecek
kadar yükselirse, o zaman, ancak o zaman ensal-i atiye yekdiğerinden kademe
kademe yüksek seviyede bir silsile-i aliye vücuda getirebilir ki, terakki-i
beşerin gayesi de budur. Onun için genç kızlarımızı ve genç erkeklerimizi
fikren, ilmen maziye bağlı bırakmak, muayyen bir geri hududunun ilerisine
geçmesine mümanaat fikrini tercih etmeyelim ve nazar-ı dikkat ve infialinizi
mucip olan bunlar yalnız bizde değil, her millette böyledir. Marcel Prévaurt'un
bir kitabından hatırımda kaldı. Muharririn acemi rolü oynadığı bir genç kadına
yazdığı ilk mektupta diyor ki, teehhül etmeden evvel, henüz bir genç kız iken,
gördüğün tahsil ve terbiye ve iktisap ettiğin seviye-i fikriyeye nazaran artık
ebeveyninin sana nasihat ve irae-i tarik edecek seviye-i irfandan dûn
olduklarını nazar-ı dikkate alarak benden, bu maksadı temin edecek mektuplar
taleb etmiştin. Bu noktayı zikrettikten sonra muharrir mektubuna devam ederek
diyor ki, evlendikten sonra artık refik-i hayatının, sana her nokta-i nazardan
bir meşale olabileceği mülahazasiyle amcanın mektuplarından istigna ettin.
Fakat bu yeni hayatın ilk safhasını yaşadıktan sonra amcana müracaat etmiş
olursun. Marcel Prévaurt'nun bu tarzdaki mütalaasından zevcinin de, bu kadını
tatmin edemediği anlaşılıyor. Zemini latifeye çevirmiş olmak için tebdil-i
kelam ettim, dedim ki, benim de en çok müteessir olduğum memleketimizde tahsil
görmez, yetişen hanım kızlarımız, bizi beğenmiyorlar. Hatta işittiğime göre son
zamanlarda, zahiren tebdil-i din eden Alman zabitlerine varanlar da varmış.
Vakıa bu da tabii görülmek lazım. Ben de genç iken mutlaka, Avrupalı bir kızla
izdivac edeceğim diyordum. Bizim kızlarımız hatırıma bile gelmiyordu. Onları,
tahsil ve terbiyeleri ve itiyad-i ictimaiyeleri itibariyle gayr-ı kabil-i
refakat bulurdum. Fakat izdivacta hüsn-i imtizacın kabil-i teessüs ve devam
olabilmesi için mevcut olması lazım gelen şartlar tetkik ve tefehhüm edildikten
sonra, dini, milliyeti, hüsn-i muhiti terbiyesi, ahlakı, adatı muhtelif iki
insanın ittihadlarındaki garabet kadar nazar-ı calib bir şey olmadığı suhuletle
anlaşılıyor. Bu münasabetle, arkadaşım doktor Rasim Ferit Bey mevzuubahis oldu.
Doktorun refikası bir Fransızdır. Muharebe münasebetiyle, vaz-ı haml etmek
üzere gittiği Paris'te bulunuyor. Vakıa madam Rasim Bey, pek halûk, gayet
kıymetli bir kadındır. Fevkalade de güzeldir. Kocasını da çok sever, Rasim
Ferit de onun için ağlar... Mebruke Hanım da doktoru tanıyor ve refikası için
ağladığını biliyormuş. Birçok sitayişte bulunduk. Hayat-ı izdivaciyeden ve
bilhassa Mebruke Hanım'ın amcası ve benim de Sofya arkadaşım olan Cevdet
Bey'den, onun sosyete âlemindeki maharetlerinden bahsettiğimiz sırada Madam
Cemal Paşa da bizim yanımıza gelmişlerdi. Söze iştirak ile dedi ki: -Cevdet
Bey, Sofya'yı altüst etmiş fakat zavallı refikası ne 47 kadar üzüntü çekiyordu.
- Fakat, dedim, Cevdet Bey'in refikasına pek ziyade muhabbeti var. - Madam
Cemal Paşa muhabbeti yok dedi, hürmet ediyor. - Hayır dedim, hürmet de ediyor,
muhabbeti de var. - Hayır, hayır dedi. O zaman yine M. Prévaurt'un yazılarından
bir cümle hatırıma geldi, söyledim. - Le mariage est une chose, I'amour est une
autre chose, (Evlenme bir şeydir, aşk başka bir şeydir). Bununla demek
istiyordum ki, aşk ve garam yoktur demek istiyorsunuz. Halbuki izdivaçta bunun
vücudu mutlak değildir. Bunun üzerine, Madam Cemal Paşa dedi ki; - Paşa, ben
seni evlendirmeyeceğim. - Ben de zaten bu husustaki tereddütlerimi halletmeden
evlenmek niyetinde değilim. Zaten daha şimdi hanımefendi -Mebruke Hanım- 31
yaşında bir ihtiyardan bahsediyordu. Ben de 36, 37 olduğumdan evlenecek zamanım
geçmiş demektir. Yatağımda uyku daveti Yatağa girdikten sonra uyku getirsin
diye tabl de nui üzerinde küçük elektrik lambasının hafif ziyasının yardımıyla
kitap okuyorum... Yüksek tahsil görmüş, cihanı kendine dar gören genç bir kız,
bir mektepte felsefe muallimi olan amcasından ''socialisme'' hakkında
istizahatta bulunuyor. Muallim, genç kızı kütüphanesine götürür, İngilizce ve
Almanca bilip bilmediğini soruyor, müspet cevap aldıktan sonra, ona buna dair
10, 15, 20 ve hatta daha ziyade cilt kitap verebilecekti. Fakat, kitap intihabı
hususunda müşkilata düçar oluyor. En nihayet profesörün parmakları bir kitabın
üzerinde duruyor -İşte diyor, bütün budalalıkların meb'dei budur. İhtiyar bu
ifadesini şöyle tashih ediyor: - Bu müteaddit budalalıkların başlangıcıdır.
Çünkü sivil hamakat bir men'badan cereyan etmez. Genç yaklaşıyor ve şunu
okuyor: Karl Marx. ''Le capital'' ve amcasına - Bunu bana ariyeten verir
misiniz? diyor. - Hayır, hayır... Biraz sonra ihtiyar şöyle diyor: Socialisme
en budalaca bir fikirdir. Individüalisme de böyledir. Çünkü evvela socialisme
optimiste'dir. İşte onun (87) safvet-i asliyesi burada! Socialisme zannediyor
ki, bir gün dünyada her şeyi en iyi bir surette tanzim 48 edecektir. Ben,
ziyade öğrenmek isterdim, socialisme bu ümidi nereden alıyor. Eğer bu dünyada
herhangi bir hususun ıslahına işaret gibi, fakat nazar-ı dikkate alınacak bir
şey tefrik etsem, bunun herhangi bir devamlı kanun veyahut initiati ve tabi
bulunduğunu da ispat etmek icap eder. Kız bunun üzerine amcasına -O halde siz
conservateur'sünüz. İhtiyar bağırarak - Conservateur mü? Asla! Mütemadi
tebeddülata mahkûm olan bu kainatta, bir şeyi muhafaza etmek nasıl mümkün olur?
Conservateur'ler o adamlardır ki, nehrin suyunu elleri içinde muhafaza etmek
isterler, onların parmaklarında bir parça çamurdan başka bir şey kalmaz. Genç
kız - O halde conservateur değilseniz révolutionnair'siniz dedi. Profesör -
Hayır, canım!... - O halde socialiste. Profesör şu suretle cevap veriyor: -
Conservateur değilim, çünkü eskimiş ve kırılmış bir âlemi muhafaza edemem.
Revolutionnaire değilim. Çünkü hoşuma gitmeyen ve zaten yalnız başına tebeddül
eden bu âlemde hiçbir şeyi tebdile muktedir değilim. Socialist değilim
tebeddülatı vukuundan evvel görmeye muktedir değilim ve socialisme'in ikinci
safdilliği de şudur: Bu cüretkâr kendini müessir zanneder. Üçüncü budalalığı
socialisme projelerini intizamsızlığa takdim eder ve tesadüfe intizam
vereceğini iddia eder. Hiçbir adam olamaz ki, bir tesire malik olsun. Ve bazı
kimselerin tesirleri daima tasavvur ettiklerinden başka türlü şekil alır.
Maziye bağlı kimseler vardır. (néant-nan) hava muhafazakârları. İstikbale
merbut kimseler vardır: Hava peygamberleri, zaman-ı halde yaşayan tebdil-i
şekil etmiş maduniyet kalıyor (Hiç) (89). Bunun üzerine genç kız diyor ki -Siz
hiçbir şeye inanmıyorsunuz! Ha evet, inanıyorsunuz, hiçe! Lakin, hiçe inanmak,
katiyen hiçbir şeye inanmamanın aynı değil midir? İhtiyar, sakinane başını
sallıyor ve ''Hayır, hayır'' diye mırıldanıyordu. Kız - Niçin ''hayır,
hayır...'' diyorsunuz? İhtiyar, puf! dedi, adem-i emniyet ve kat'iyet içinde!..
Kız - Bana öyle geliyor ki siz bu adem-i kat'iyet içinde pekâlâ ''evet
evet..." dahi diyebileceksiniz... ...... Bugün, ilk Almanca dersi
alınmıştır. Birinci Almanca muallimesiyle anlaşamadıktan sonra, ikincisi
bulundu. Bu sahib-i vukuf gibi görünüyor. 49 8 Temmuz 1918 Pazartesi Her günkü
gibi doktorun programı takip olundu. Fazla olarak saat 3'ten sonra da Emin
Bey'le beraber bütün tertibat ve devairini gezdik. Saat 5'ten sonra araba ile
Kayzerpark'a gittik. Sonra ...... Bugün akşam taamını Pupp'da yaptım. Bugün
şâyân-ı zabt ve tetkik, âtîdeki mesail var, fakat vaktim olmadığı için yalnız
not etmekle iktifa ediyorum: 1- Cemal Paşa'nın mevkii, takip ettiği tarz-ı
hayatı için menba-ı servet. 2- Talat Paşa'nın Cemal Paşa'ya muamele-i
bâridânesi! Sebebi ne olabilir? 3- Enver Paşa bana karşı ne politika takip
ediyor. Buna karşı ne karar vermeliyim? 4- Yeni padişah ne gibi vaziyetler
alabilir? 9 Temmuz 1918 Salı Ramazan Bayramı'nın birinci günü İlk defa olarak
Karlsbad'ın Furtnu Bad denilen mahallinde banyo yaptım. Saat 10'dan saat
12.30'a kadar muallim ile birlikte büyük bir araba tenezzühü yaptık. Aieh'de
bir çini fabrikasını ziyaret ettik. Beraber yemek yedik. Sonra evde uyudum;
saat 4'de üzerimde hissettiğim ağırlığın izalesi için bir banyo aldım. Onu
müteakip bayram tebrikine gelen Cemal ve Hüsnü Beylerle görüştük! 1- Devlet-i
Osmaniye nasıl bir siyâsât takip etmelidir. 2- Türklük mefkûresi. 3- Arabistan,
Türkistan hakkında vesair milletler hakkında takip olunacak nokat-i nazar ne
olmalıdır? 4- Ricâl-i devletimizin memleket hakkındaki vukufları. (Cavit Bey)
5- Aşârın cibayeti usulleri, emanet, ihale, maktûiyet (Mısırda...) 6- İsmail
Hakkı Paşa meselesi. 7- Cemal Paşa meselesi. 50 10 Temmuz 1918 Çarşamba, 11
Temmuz Perşembe Bu iki günün suret-i güzerânını yazmayacağım. Birçok hatıratım
gibi bunların da nisyana karışmasında ne beis var. Yalnız şu kadar diyelim ki,
insanlar hakikati daima gizlerler. 12 Temmuz 1918 Cuma Sabahleyin saat 9.20'de
ancak kalkabildim. Bugün su içmek, hamam almak hususlarında program altüst
oldu. Akşam üzeri yalnız yürüyerek birkaç saat tenezzühden sonra Vaisshaupt
lokantasında yemek yedim. Eve avdet ederken ev sahibesini ve kızını gördüm. Yarın
gece Courfaus'daki Corcert'e davet ettiler. Evde soyundum, çalışacaktım. Bir
Fransız madamının bir mösyö ile beraber geldiğini kapıcı haber verdi. Salona
kabul ettirdim. Tekrar giyindikten sonra yanlarına çıktım. Bu kadın iki gün
evvel Almanca muallimesinin takdim ettiği İsviçreli bir âmâ idi. Fransızca
dersi veriyordu. Genç güzel bir kadın, gözleri tatlı bir mavilikte âmâ olduğu
fark edilmiyor. Malumatlı. Alman, İngiliz, Fransız milletlerinin ıslahiyat ve
terekkiyatı hakkında birçok müdâvele-i efkâr etti. En nihayet kendisinden
Fransız lisanında istifade etmek istediğimi söyledim. Haftalığı 100 Krona
uzlaştık. Yarın saat 11.30 Haus York'ta Sıblassberg. Bu madamın evine
gideecğim. Beni bu âmâ kadından Fransızca ders elmaya sevkeden âmil nedir?
Okuyamaz, yazamaz, yazılan şeyi görüp tashih edemez... O halde bu nasıl bir
muallime olabilir. Bu kadın, gayet güzel bir aksanla ve Almanca görüşüyor... 13
Temmuz Cumartesi, 14 Temmuz Pazar günlerindeki yazılar tamamen Fransızca
yazılmıştır. Onlardan şu bölümleri Türkçe olarak okuyalım: 13 Temmuz 1918 Sabah
saat 8'de uyandım. 20 dakika arayla içmek zorunda olduğum ...... suyunun
birinci ve ikinci bardağı arasındaki 20 dakikalık zaman içinde Şevki beni tıraş
etti, banyomu yaptım. Bütün tuvaletim bittikten sonra büroya geçerek Fransızca
bir kitaptan biraz okudum ve Almanca dersini çalıştım. Bugün, kendisinden
Fransızca dersi alacağım Madam Heiniche'ye gitmem gerekiyordu. 11.30 ders için
kararlaştırılmış zamandı. Tam o saatte orada olmak için evden 11'de çıktım.
Ağır bir yürüyüşle, bir çeyrekte Madam Heiniche'nin mağazasına vardım;
mağazadan bir çocuk beni evin 3. katında bulunan daireye götürdü. Çocuk:
''Burası beyefendi'' demekle yetinerek giriş kapısının önünde benden ayrıldı.
51 Madam Heiniche beni dairesinin salonunda bekliyordu. Beni nezaketle kabul
ederek pencerenin yanına konmuş olan koltuğa oturmaya davet etti. O da önünde
yuvarlık bir masanın bulunduğu divanda yerini aldı. Ben, üç katın
merdivenlerini çıkarken yorulduğum için nefes nefese olmaktan kendimi alamıyordum.
Görmemesine rağmen soluk almam dikkatini çekmişti: Sayın General, bu zahmetli
merdivenler sizi yordu değil mi? Ve aniden konuşma mevzuunu değiştirerek: -
Yanılmıyorsam beyefendi henüz evli değil! Acaba bir Avrupalı kadınla mı yoksa
sizin milletinizden bir kadınla mı evlenmek isterdiniz? - Fark etmez diye cevap
verdim. Hakikatte düşüncem evlenirsem bir Türk kadınını tercih edeceğim
yolundaydı. Fakat gücenebileceği uzun bir muhavereye girmemek için evlenme
mevzuundaki konuşmayı kesmeyi tercih ettim. Askerlik hayatım hakkında bana
sualler sordu; kendisine askerlik hayatımı kısaca anlattım. Balzac'ın eseri
olan ''la Peau de chagrin''i getirmiştim, telaffuzumu düzeltmesi ve bilmediğim
kelimeleri izah etmesi için birkaç sayfa okumak istedim. O konuşmaya devamı
tercih ederken, kendisine bu Fransızca dersinden ne beklediğimi izah ettim. -
Beyefendi düzelteceğiniz hiçbir şey yok, Fransızcayı güzel telaffuz ediyorsunuz
ve bilmediğiniz kelimeler için de lugate bakınız, acaba lugatiniz var mı? -
Öyleyse Madam? diye sordum. Bu soruya kulak vermedi ve devam etti: Bir saatlik
bir konuşmadan sonra Madam Heiniche'den ayrıldım. Ertesi gün, öğleden önce saat
11'de bana gelecekti. Vaisshaupt'da yemek yedikten sonra Pupp ve Muhlbrün
arasında dolaşıyordum. Pazar 14 Temmuz 1918 Elbogen'e bir gezinti 14 Temmuz
1918 Pazar saat 4.50'de evde Matmazel Brandner'i bekliyordum. Dün Karlsbad'ın
güneybatısında 15 kilometre uzaklıkta bulunan ve eski şatosuyla tanınan
Elbongen'e otomobille gitmeye karar vermiştik. Otomobil dün ısmarlanmıştı.
Karlsbad şehrinden kalabalığın içinden geçerken saat 5'di. Otomobil Eger Nehri
kıyısındaki yolu takip ediyordu. Donitz'i, Tich'i arkamızda bıraktık, 52 Hans
Heiling restoranına yaklaşıyorduk, Matmazel Brandner Türk ordusuna alaka duyar
gibi görünüyordu. Bana ordularımızın sayısı ve mevcutları hakkında sual
sormuştu. Cevaplarımda yeterince kuvvetli ordularımız bulunduğunu izah ettim. -
Bu beni çok şaşırtıyor! dedi. Türkiye 1911'den beri hiç durmadan harp ediyor.
Bir harpten sonra diğeri onu takip etti değil mi? Türk-İtalyan harbi, Balkan
harbi ve sonra da 4 yıldır süren bu Umumi Harp. Türkiye'nin her türlü
kaynağının, özellikle ordunun hemen hemen tükenmiş olduğu düşünülebilir! Harp
sahalarında öldürmek için bu kadar insanı nerede buluyorsunuz? O zaman kendisine
dedim ki: - Öyleyse bana müsaade edin de size izah edeyim: Türk-İtalyan harbi
sırasında Türkiye kendi kuvvetlerini kullanamadı. Biliyorsunuz ki İtalyanlar
harp ilan etmeden bizi yakaladılar. Deniz yolunu kestiler. Osmanlı Afrikası,
ordusuz, İtalyan kuşatmasına bırakıldı. İtalyanlar, hiç maniasız,
Trablusgarb'ı, Bingazi'yi, Derne'yi ve Akdeniz kıyısı şehirlerini işgal
ettiler. Şayet İtalyan silahlı kuvvetleri bir sene boyunca, baştan barışa kadar
dövüştülerse onları döven düzenli ordu değildi, hayır matmazel bunlar sadece
çöl göçmenlerinin başındaki birkaç Türk kumandanıydı. Bizzat ben oradaydım ve
Cyrénaique Derne kuvvetlerine kumanda ediyordum. Görüyorsunuz ki, Matmazel, bu
harpte Türk ordusuna hiç dokunulmamıştır. Balkan harbi ise Türk ordusunun katıldığı
bir harp değildir. Bu bambaşka bir şeydi, bir bozgundu! Fakat Türk ordusunun
bozgunu değildi, hayır hiç değil, bu Türkiye'deki eskinin yıkılması, Türk
ordusunun başındaki bilgisiz kumanda heyetinin geri çekilmesiydi. Balkan
kuvvetleri bu harbin sonuçlarını, o dönemde Türkiye'ye hâkim olan şahısların
bilgisizliğine borçludur. Denilebilir ki bu harb de Türkiye için bir sürprizdi.
Ordu birleşebilmek ve bir plana göre toplanabilmek için yeterli zaman
bulamamıştı. Öncü birlikleriyle düşman hücumları karşılanmıştı. Büyük ve hakiki
Türk ordusu teşekkül ettirilememişti. Öyle zamanlar olmuştur ki, milleti orduya
çağırmak yerine birlikler terhis edilmiştir. Bütün iktidarı ellerinde tutan
birkaç şahsın bilgisizliği cesaretle müdafaa edilebilecek kabiliyetteyken ve
kabiliyette olan bir orduyu kullanamadan, memleketin en kıymetli kısmını
düşmana ikram etti. Bugünkü harp çıkmadan önce, Türkiye'nin yeniden eski
durumuna gelmesi için, sadece bir sene bulunduğu bir hakikattir. Böyle kısa bir
zamanda büyük bir şey yapılamayacağı aşikârdır. Fakat her şeyden kuvvetli olan
zaman, gençliği eskinin yerine geçirmek için, olay olarak, uygun zamanı
sağlamıştı. Genç bir zabit olan Enver, Avrupa Türkiyesi'nin kaybının bir
neticesi olan donuk dönemden faydalanarak, Harbiye Nazırı olarak Osmanlı
ordusunun başına geçti. Orduya ilk ve en büyük hizmeti, orduyu o eski kumaş
parçalarından kurtarması olmuştur. Aklın eline geçtikten sonra, ordu öylesine
çabuk çehresini değiştirdi ki, Çanakkale'de İngilizleri yenerek, Galiçya'da
Avusturyalılara yardım ederek, Makedonya ve Romanya'da müttefiki ordularla
muzafferane işbirliğinde bulunarak, kıymetini çabucak göstermede 53 gecikmedi.
Kısacası matmazel, eğer Türkler bu umumi harbe girmemiş olsalardı,
müttefiklerin lehinde görünen bugünkü askeri durum tam tersini gösterirdi diye
iddiada bulunmakta bir mahzur görmüyorum. Türklerin Çanakkale'deki zaferlerini
gördükten sonradır ki, Bulgaristan Türk dostlarıyla beraber harbe girmek
lüzumuna inanmıştır. Eğer Hindenburg Türk ordusunun yardımıyla Galiçya dağlarında
ilerleyen Rus hücumlarını geri çevirmeseydi, Hindenburg, Hindenburg olamazdı.
Eğer Kafkasya'da, Mezopotamya'da, Palestin'de nihayet bütün Türkiye
hudutlarında, Türk ordusu önündeki Rus, İngiliz ve Fransız kitlelerini tutmamış
olsaydı ve eğer Türkiye memleketinin bazı kısımlarını feda etmeseydi, Alman
ordusunun bugünkü gibi dayanabilmesine inanılır mıydı? Matmazel, hayır! Bu
hakikatın Türklerin büyük bir kısmı tarafından bile bilinmemesi ne kadar esef
vericidir! ''15 Pazartesi, 16 Salı, 17 Çarşamba, 18 Perşembe, 19 Cuma, 20
Cumartesi'' 6 günlük sergüzeşti günü gününe yazmak müyesser olmadı. Bugünler
zarfında Almanca dersine hitam verildi. Madam Corbétie ile tanıştık. Vermer de
beraber olmak üzere ilk gece Imperial'de yemek yedik. ...... Imperial'de Cavit
Bey ve Pertev Paşa ile görüştüm. Madam Cemal Paşa'ya bir ziyaret... 20'de Emin
Bey gitti. Kâzım Emin Bey ile mülakat. İstanbul'a gitmek fikri uyandı. 21
Pazar, Temmuz 1918 Sabahleyin saat 8'de uyandım. Bir kadeh su içtim. Evde hamam
aldım. Çamur banyosu çok yorgunluk verdiği için, doktorun fikrine müracaat
etmeksizin, ondan sarfınazar ettim. Saat 11'e kadar kahvaltı ve tuvaletle vakit
geçirdim. ...... 54 Saat 7.30'da Kâzım Emin Bey ve refikasını bekliyorum.
Kendilerini bu gece Pupp'da yemeğe davet ettim. 22 Pazartesi 1918 Saat 10'da
Berlin garına gittim. Madam Cemal Paşa'yı teşyi' için. ...... Hanımefendi,
Hüseyin Cahit Bey'le birlikte geldi. Hüseyin Cahit Bey pek ciddi ve nevama
yabancı bir tavır gösteriyordu. Trenin hazırlanmasına intizar olunduğu sırada
müşârünileyh, Almanlar taarruzu berbat ettiler, dedi. - Tabii dedim, Trop de
Zel!.. Ben bu taarruzun tevkif olunacağını pekâlâ tahmin ediyordum, fakat
ric'ati zannetmiyordum. Tren geldi. Hanımefendiyi teşyi'den sonra gardan
Hüseyin Cahit Bey'le beraber çıktık. Bana buyurun dedi; mükellef bir otomobil
bekliyordu. Benim arabam var dedim. Beraber gitmek arzusunu izhar etti.
Neferimi araba ile gönderdim. Ben otomobile bindim. Bu otomobil Prens
Burhanettin Efendi'nin imiş. Otomobilde şunlar görüşüldü. Külman, harb-i
umuminin vesait-i askeriye ile halli zamanı geçmiştir. Siyaset işe
karışmalıdır, dediği için çekilmeye mecbur edildi. Askerler ordunun hall-i
mesele edebileceği iddiasını fiilen izhar için, bu son taarruzu yaptılar. Fakat
bununla kendi kendilerini nakz etmiş oldular. Bundan sonra taarruzi hareketten
ziyade, esbâb-ı müdafaaya ehemmiyet vermek Almanlar için daha mühim görülüyor.
Amerika'dan bir milyon askerin iki ay evvel Paris'e muvasalatını ve bir
milyonun hall-i nakilde olduğunu ve daha bir milyonun hazırlandığını
işitmiştik. Almanların bu son devredeki parsiyel muvaffakiyetleri bence
inisiyatifi muhasımlarına bırakmamış olmalarından neşet ediyordu. Bütün cephede
büyük bir fâikiyete malik olmadıkları halde bir küçük kısım üzerinde -ki hasmın
bilmediği- pek fâik kuvvet toplamak suretiyle ve seri hareket ederek düşmanı
şaşırtıyordu. İnisiyatifin İngiliz ve Fransızların eline geçmesinden korkarım.
O zaman mesele berakis olur. Avusturyalıların bundan sonra birşey yapacaklarını
zannetmiyorum, Zaten bu son taarruzu da yapmaları hata idi. İhtimal ki,
Almanların zoruyla yapmışlardır. ...... Rusların yeniden canlanmaları ve
İngilizlerle beraber olmaları bence ihtimalden baid değildir. Bulgarların da
siyaseti cay-i dikkattir. Avusturya'nın ahval-i dahiliyesi, İttifak partisinin
askeri mukavemetini kesredebilecek mahiyet alabilir. - Rahmi Bey Nâfıa
Nezaretini kabul etmemiş. Filhakika, muharebe münasebetiyle umûr-ı nâfıaya ait
bir şey yapmak mümkün değildir. 55 İhtimal Rahmi Bey bu ciheti düşünerek bu
bâbtaki teklifi reddetmiş olur. - Ben, Rahmi Beyin herhalde, Heyet-i Vükelâya
dahil olmasını münasip tasavvur ediyordum. Gerçi umûr-i nâfıa itibarıyla
şimdilik âtiye ait planlar hazırlamaktan başka bir şey yapılamaz. Fakat Heyet-i
Vükelâda bulunmak suretiyle kabinenin memleketin heyet-i umumiyesi üzerindeki
hakk-ı nazarı itibarıyla nâfi olabilirdi. O, Canpoladlar gibi zeki ve metin
zevat kabineyi keyfi hareketten men ederdi. İzzet Paşa hazretlerinin seryaver
tayinini ben manidar buluyordum. Çünkü müşârünileyh yaver olamazdı. O halde bu
nam tahtında adeta Padişah'ın askeri müşaviri, Erkân-ı Harbiye Reisi bir
vaziyet almış oluyor. Kendisinin efkârından istifade olunur. Herhalde
avantürcülüğü sevenlerden değildir. Mühlbrun köprüsünde, Hüseyin Cahit Bey
otomobilde beni yalnız bıraktı. O, orada refikasını aramak üzere indi. Otomobil
beni ikametgâhıma bıraktı. ...... Bu gece 27 Temmuz Pazar, Viyana'ya avdete
karar verdim. ...... 27 Temmuz 1918 Cumartesi Sabah saat 8.30'da istasyona
geldim. Trenin zaman-ı hareketinden 1.30 saat evvel. Çünkü, kapıcı henüz bilet
almaya, icab eden muameleyi tanzime muvaffak olamamıştı. Tren tam saat 10'da
hareket etti. Yalnız bir kompartımanda bulunuyordum. Büyük bir yorgunluk
hissediyordum. Saat bire kadar kitap okudum. Sonra yemek yedim ve yattım, saat
4'e kadar uyudum. Ondan sonra Viyana'ya muvasalata kadar kitap okudum. Saat
8.30'da vasıl olundu. Otel Bristole verilen telgrafta bir otomobil göndermesi
bildirilmişti. İstasyonda buna tesadüf etmedik. İki araba tuttum, birine
eşyalar ve Şevki, birine de ben bindim ve otele geldik. Otele muvasalatımda
otomobilin gönderildiğini söylediler; fakat ben bulamadım ve istifade
edemedim... -Otelin kapısında tesadüf ettiğim, Cemal Paşa'nın biraderi mülâzim
Kemal Bey'le çıktık. Benim hiç iştahım yoktu, yalnız romla karışık bir çay
içtim ve Kemal Bey gittikten sonra bir hamam alarak yattım. Fransa inkılâb-ı
kebirinin büyük generallerinden: Desaix, Lecourbe, Moreau, Gauvian-saint Cyr'in
tercüme-i halleri idi. Bütün bu muktedir generaller Napolyon'un mucib-i kin ve
hasedi olmuşlardı. Karlsbad'da geçen günlerimin hatıratını tamamen ve olduğu
gibi bu defterlere tevdi edemedim. Bunun iki sebebi var, birincisi lüzumu kadar
yazı yazmak için vakte malik olamadım; ikincisi her düşündüğümü, her yaptığımı
yani bütün esrar-ı fikriye ve hayatiyemi bu defterlere nasıl emniyet
edebilirdim. Hatta bu yazdıklarımı bile bir gün, ihtimal pek yakın 56 bir günde
mahvetmeyecekmiyim. Şimdiye kadar hep öyle olduğu içindir ki, mazbut bir hatıra
ve mecmuam yoktur. Âtîde sükûnetli ve tamamen bîtaraf bir vaziyette ve bir
köşede kendi âlemimde yaşamaya muvaffak olursam, ihtimal o zaman hatırat-ı
hayatımı yazmak benim için bir meşgale olacaktır, çünkü hayatımın her safhasını
bütün teferruatıyla dimağımda mazbut bulundurabiliyorum, yalnız tarih, gün,
isim hatırımda kalmıyor, bunları da ihtimal başka bir vasıta ile tanzim ederim.
- Karlsbad'da, ettiğim istifade me'mûl edilen derecede değildir.
Rahatsızlıklarımın asârı henüz mevcuttur. *** Viyana 28 Temmuz 1918 Pazar Saat
7.30'da uyandım. Üzerimde adeta rahatsızlık derecesinde bir kırgınlık var.
Kendimi üşütmüşüm gibi öksürüyorum. Yataktan çıkmadan evvel bir çay istedim.
Sakarin getirmişlerdi. Şeker için Şevki'yi uyandırttım. Çayı içtikten sonra
tıraş ve tuvaletle 8.30'a kadar vakit geçti. Ondan sonra salona geçtim.
Karlsbad'da geçen günlerimin hatıratını beşinci defterin nihayetlerinde
kapadım. Şimdi, Viyana'da geçecek bu birkaç günlük hatırat için yeni bir
defter, bu defteri açıyorum. Viyana'da otel Bristol'de geçen dün gece yeni
aldığım Fransızca kitaplardan birine başlamak istedim. Hemen hepsinin başından
birkaç sayfa okudum, fakat devam için hiçbiri üzerinde karar veremedim. Le
Baron de Batz'ın ''Vers I'echafand'', Francois chal Raux'un ''Les origine de
l'eğpedition d'Egypte'', J. Patouillet'nin ''Ostrovski'' hakkındaki kitabı. Hep
gözden geçirdim. Mustafa Kemal Atatürk'ün Karlsbad anılarını 1930-1933'teki şu
sözleriyle bitirmek istiyorum. ''Muvaffakiyetlerde gururu yenmek, felaketlerde
ümitsizliğe mukavemet etmek lazımdır.'' ''Bir insan hayatında büyük bir
muvaffakiyet kazanabilir, fakat yalnız onunla övünerek kalmak isterse, o
muvaffakiyet de unutulmaya mahkûmdur. Onun için çalışmak ve daima muvaffakiyet
aramak, herkes için esas olmalıdır.'' ''Cumhuriyet rejimi demek demokrasi
sistemi ile devlet şekli demektir. Biz cumhuriyeti kurduk, o on yaşını
doldururken demokrasinin bütün icaplarını sırası geldikçe tatbikata koymalıdır.
Kadın haklarını tanımak da bunun bir icabı olacaktır. Müsterih olunuz.''
''İnkılap hareketlerinde dikkat edilecek nokta, insan cemiyetlerinin
emellerini, fikirlerini teşhis ettikten sonra, onlara yenilikleri kabul
ettirebilmektir.'' 57 ''Millet işlerinde her ferdin zihni başlı başına
faaliyette bulunmak lazımdır.''
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder