İstanbul, 16 Mart 1920’de
İtilâf Devletleri’nce resmen işgal edilmişti. İngiliz, Fransız ve İtalyan
Yüksek Komiserleri, sabah erkenden Sadrazam Salih Paşa’ya bir nota vererek saat
10’dan itibaren İstanbul’un işgal edileceğini bildirmişlerdi. Notanın ekinde,
İstanbul’un Müttefik devletlerin askerî işgali altına alınacağı, Müttefik
askerî makamlarının, müttefik yüksek komiserleri namına şehrin işgali için
gereken bütün askerî tedbirlerin uygulanmasını sağlayacakları, buna göre;
Harbiye ve Bahriye Nezaretlerinin işgal edileceği, buralardan verilecek emir ve
tebligatların kontrol ve sansüre tabi tutulacağı, posta, telgraf ve telefonun
kontrol altına alınacağı, polisin de sıkı bir kontrole tabi tutulacağı, sükûn,
nizam ve asayişin muhafazası için gereken bütün nizamnamelerin düzenleme,
duyurma ve uygulamasının işgal kuvvetlerince sağlanacağı vurgulanıyordu.
İngiliz
Dışişleri Bakanlığı Doğu Masası memurlarından W.S. Edmonds’a göre, “Türklerin
akıllarını başlarına getirmek için tek çare İstanbul’un işgal edilmesiydi”.
ABD’nin Londra büyükelçisi Davis’in Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği 6 Mart
1920 tarihli bir telgraf işgal kararının aynı tarihte Londra’daki müttefik
konferansında alındığını gösteriyordu.
Sadrazam
Salih Paşa ise verdiği bir karşı notayla işgali protesto ediyor, Anadolu
hareketinin idarecileri veya mensupları tarafından yapılmış olan tecavüzleri
onaylamadığını da belirtiyordu.
İngiltere
Başbakanı Lloyd George, Londra Konferansı’nın 28 Şubat 1920 tarihli oturumunda
artık güçlerini gösterme zamanının geldiğini, 5 Mart’taki oturumda ise Maraş
olaylarının büyük devletlerin prestijine leke sürdüğünü öne sürmüştü. Aynı
tarihte İstanbul’da bulunan İtilâf Devletleri Yüksek Komiserlerine gönderilen
talimat tasarısında, Kilikya’daki Ermeni katliamını önlemek ve suçluları cezalandırmak
için hem yerinde hem de İstanbul’da tedbir alınmasına karar verildiği,
Kilikya’daki tedbirlerden Fransa’nın sorumlu olacağı, İstanbul’da ise Hükûmet
binalarının işgalinin, Sadrazam ile bazı nazırların tutuklanmalarının
düşünüldüğü bildirilerek bu konudaki görüşleri soruluyordu. Bununla ilgili
olarak İngiliz Yüksek Komiseri Amiral de Robeck’in 29 Şubat’ta İngiltere
Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a çok gizli ibaresiyle gönderdiği yazıda “direnişi
kırmak için İstanbul Hükûmeti nezdinde boş yere teşebbüslerde bulunmaktansa
İstanbul’un fiilî olarak işgal edilmesi gerekeceği” bildiriliyordu.
İngiliz
Dışişleri Bakanı Lord Curzon da, Avam kamarasında yaptığı bir konuşmada işgalin
habercisi olan şu sözleri söylüyordu; “…Türkiye hükûmeti ve Türk kuvvetleri tarafından
mütareke bariz bir surette ihlâl edilmiştir. Pek çok defalar hasmane tecavüzat
vaki olmuştur. Payitahtla Anadolu’daki Kuvâ-yi Milliye arasında suret-i daimede
esliha ve kuvâ-yı müselleha nakledilmiştir. Türk zabitanı sokaklarda öyle bir
tavır takınmışlardır ki bu ancak amirlerinden telakki eyledikleri emrin
neticesi olabilir”. Yine Lord Curzon’a göre, Türklerin özellikle Anadolu’da
Mustafa Kemal Paşa önderliğinde giderek büyüyen Kuvâ-yi Milliye hareketinin
İngilizlere kafa tutan tavrı İstanbul’un işgaline sebep olmuştu ve İstanbul’un
işgali müttefiklerin kararlılığının ve gücünün ispatı olacaktı.
Lord
Curzon bunları aldığı istihbarat raporlarına dayanarak söylüyordu.
İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Sir John de Robeck, 1 Mart’ta Lord Curzon’a
gönderdiği gizli yazıda, gizli bir kaynaktan sağlamış olduğu bilgiye dayanarak
Maraş bölgesindeki Fransız güçlerine saldıran Milliyetçi milis gücüne silah ve
mermileri Osmanlı Harbiye Nezareti ile Osmanlı kolordu ve tümen komutanlarının
sağladığını bildiriyordı. Fransız basınının bile, Kilikya’da Ermenilerin
katledildiği yolundaki İngiliz propagandalarına ihtiyatla yaklaştığı, gerçekte
İngiltere’nin Türklere gözdağı vermek istediği, İstanbul’un işgalinin hiç bir
fayda sağlamayacağı, Fransız kamuoyunun işgali sanki Fransa’ya karşı girişilmiş
gibi gördüğü de gerçekti.
İngiltere
ile Fransa arasındaki nüfuz mücadelesinde İngilizler bir adım öne geçmişler
hatta Fransızların meşhur Generali d’Esperey, İngilizlerin şikâyetleri
sonucunda Fransız hükümeti tarafından görevden alınmış yerine 5 Nisan’da
General Nayral de Bourgon atanmıştı. d’Esperey, General Wilson’un komutası
altındaki Müttefik Kolordu’dan 122. Fransız Tümenini ve ayrıca iki taburu
ayırıp kendi komutası altına almıştı. O, Fransız askerlerinin, müttefik olsa
bile, yabancı bir komuta altında olmalarını istemiyordu. Türk basınına verdiği
bir demeçte de, Yüksek Konsey’in Fransız görüşünü benimseyerek, Türklerin
İstanbul’da kalmalarına karar verdiğini söylemişti. Fransız Yüksek Komiseri
Defrance’a gönderilen de Robeck ve Wilson ile birlikte çalışılması emrini de
reddeden d’Esperey, askerî operasyonu kendisinin yönetmesini istemiş ancak
İngiliz Generali Milne’den, “Hükümetimin talimatına göre İstanbul’da harekâtta
bulunmak için hiç kimseden emir telâkki edemem” cevabını almıştı.
İşgal,
Panislamist eğilimlerin ve giderek güçlenen bolşevik yayılmacılığının bölgesel
çıkarlarını tehdit edici boyutlara ulaştığına ve tüm bu olumsuz gelişmeleri
İstanbul’dan kontrol ve denetim altına alabileceğine inanan İngilizler’in plânı
da olabilirdi. Misâk-ı Millî’nin ilânı ve Maraş olayları görünür sebepler
olmaktan başka bir anlam ifade etmiyordu.
Hükûmet
gazetelerde yayınlanan resmî tebliğinde ise işgalin geçici olduğunu, İtilâf
Devletleri’nin niyetinin saltanat makamının nüfûzunu kırmak değil aksine o
nüfûzu desteklemek ve sağlamlaştırmak olduğu, Türklerin İstanbul’dan mahrum
edilmeyeceği fakat karışıklıklar ve öldürme gibi olaylar olursa bu kararın
değişeceğini, bu nazik zamanda herkesin kendi işine gücüne bakarak Osmanlı
Devletinin enkazından yeni bir Türkiye ortaya çıkarmak için son bir ümidi
cinnetleri ile mahvetmek isteyenlerin aldatmalarına kapılınmaması ve saltanat
makamının emirlerine uyulması isteniyordu. Müttefik Kuvvetler Komutanı General
Wilson da ‘İstanbul Ahalisine’ başlığıyla yayınlanan bildirisinde izinsiz silah
taşımanın kesinlikle yasaklandığı, sekiz santimden uzun bıçak ve hançerlerin
silah sayılacağı, her türlü toplantının kesinlikle yasak olduğu ve bu emirlere
uymayanların Divan-ı Harb-i Örfi’ye verilerek idamla cezalandırılacaklarını
belirtiyordu. Yine işgalcilerin bir duyurusu, İtilaf Devletlerinin Galata’daki
pasaport dairesinden vize almadan Anadolufeneri-Pendik hattından öteye seyahat
etmenin yasak olduğunu bildiriyordu.
Bosphore
gazetesinde, “Hareket-i Milliye ve Müttefikler” başlıklı yazıda İngiltere,
Fransa, İtalya Yüksek Komiserlerinin dünkü beyannamesinin müttefiklerin millî
hareket hakkındaki hissiyatının açık bir belirtisi olduğu ifade ediliyordu.
Mustafa Kemal’in itibarını kaybettiği ve en kör taraftarlarının da artık
gerçeği anlamaları gerektiğine dikkat çekilerek; “ Ah! Eğer Türkler mütarekeden
sonra olsa bile hulûs ve samimiyet ile akıl ve mantığa rücû etseler idi elyevm
vaziyet ne kadar başka türlü olacak idi” denilerek hayıflanılıyordu. Orient
News gazetesine göre de Anadolu hareketi, İttihat ve Terakki komitesinin
halefleri tarafından idare ediliyordu ve bu teşkilat önderlerinin Bolşeviklerle
de temasta bulunduklarına asla şüphe yoktu. Bunların takip ettikleri siyaset
anarşi ihdas etmek ve müttefikler aleyhinde ihtilâl çıkarmaktı. Fransızca
İstanbul gazetesi de İstanbul’un işgaline İttihatçıların neden olduğunu yazıyor
ve şu yorumu yapıyordu; “Türkiye Harb-i Umumi’ye iştirakına ve Enver ile
Talat’ın cinnetine rağmen yaşayabilir. Fakat bu, takip edeceği hatt-ı harekete
bağlıdır. Eğer Anadolu’da hristiyanların katliamı, İtilâf askerlerine karşı
tecavüzat ve yolsuzluklar devam eyleyecek olur ise, bunların failleri hasta
adamın seng-i mezarına “Türkiye ölmüştür” kitabesini yazacaklardır”.
İngiliz
basınında çıkan haberler de İngiliz kamuoyuna işgal gerekçelerini bildiriyordu.
İşgalin sorumluluğu adeta günah keçisi yapılan İttihat ve Terakki’ye
yükleniyor; “Millî organizasyona başlayan bu adi adamlar (M. Kemal ve
arkadaşları) ne hükûmete ne de sultana itaat etmiyorlar. Kendi halkının
ızdırabına sebep oluyorlar. İstanbul Üniversitesi konferansları da bu hareketi
artırdı. İstanbul’un Türklerde kalacağını söyledik. Hristiyanlara saldırmayın,
olay çıkartmayın dedik, fakat dinlemediler. En sonunda işgal zorunda kaldık” denilerek işgal haklı gösterilmeye çalışılıyordu.
İşgal
harekâtı gece yarısından sonra başlamıştı. Sabah saat 10’a kadar işgali
planlanan yerlerin çoğu işgal edilmiş, tutuklanacak kimselerin bir çoğu
tutuklanmış, sıkıyönetim ilân edilmiş bulunuyordu. 16 Mart sabahı erken
saatlerde yapılan tutuklamalar tutuklunun evine korku salacak şekilde
yapılıyor, bu kimseler gecelik kıyafetleriyle götürülüyorlardı. Fransız Yüksek
Komiseri Defrance da İngilizlerin işgali büyük bir çalımla yürüttüklerini
söylemişti.
İşgal
edilen yerlerden birisi de Şehzadebaşı’ndaki mızıka karakoluydu. Buraya yapılan
baskın sırasında çatışma çıkmış ve 5 Osmanlı askeri ölmüş 9 veya 12 kadarı da
yaralanmıştı. Bir İngiliz askeri ölmüş, bir subay yaralanmıştı. Osmanlı
askerlerinin bazıları yataklarında süngülenerek öldürülmüşlerdi. Burası
yalnızca mızıka karakolu değil, aynı zamanda 10. Kafkas Tümeninin karargâhıydı.
İngilizlerin burayı basmalarının nedeni de Tümen Komutanı Yarbay Kemalettin
Sami Beyi tutuklamak üzere aramalarıydı. Ancak onu bulamadılar. İngilizler
Meclisi de basmışlar başta Rauf (Orbay) ve Kara Vasıf Beyler olmak üzere birçok
kişiyi tutuklayarak Malta’ya sürmüşlerdi.
Mustafa
Kemal Paşa İstanbul’un işgal edilmesine ve Meclis’in basılmasına çok sert tepki
göstermiş ve Anadolu’da bulunan İngiliz subaylarının tutuklanmalarını
emretmişti. Erzurum’da bulunan Yarbay Rawlinson bunların başında gelmekteydi.
İşgali protesto etmek amacıyla gönderdiği yazıda da İstanbul’un İtilâf
Devletleri’ne mensup askerî kuvvetler tarafından resmen ve zorla işgal edilmiş
olmasını, “Millet-i Osmaniyenin hakimiyet ve hürriyet-i siyasiyesine havale
edilen bu son darbe, hayat ve mevcudiyetini, ne bahasına olursa olsun, müdafaa
etmeğe azmetmiş olan biz Osmanlılardan ziyade, yirminci asr-ı medeniyet ve
insaniyetinin mukaddes addettiği bütün esasata, hürriyet, milliyet, vatan
hissiyatı gibi bugünün cemiyat-ı beşeriyesine esas olan bütün umdelere ve bu
umdeleri vücuda getiren vicdan-ı umumi-i beşere racidir” şeklinde
nitelendirmişti. Yine Mustafa Kemal Paşanın Karabekir’e, “bu telgrafı bir
dakika tehîr eden hain-i vatandır” ibaresiyle çektiği telgrafta “Geyve
Boğazı’nın işgali ve demiryolu köprüsünün tahribi, Geyve, Ankara, Pozantı
mıntıkasındaki demiryolu hat ve malzemesine el koymak üzere hat boyundaki
İtilaf kuvvetlerinin silahlarının alınarak tutuklanmaları, Konya’da Anadolu hat
komiser yardımcısının derhal demiryollarına el koyması ve emrine uymayan
memurları cezalandırması, İstanbul ile tel hatlarının çoğu Geyve’den
geçtiğinden, Geyve santralinin askerlerce derhal işgal” edilmesini bildirerek
karşı önlemlerini almıştı.
İtilâf
Devletleri’nin İstanbul’da giriştikleri keyfî uygulamalar, Avrupalıların
Türklere hangi gözle baktıklarını göstermesi açısından kayda değerdir. İnsanı
hayrete düşüren faaliyetlerini pervasızca yürütmekten çekinmiyorlardı.
Sükûn,
nizam ve asayişi sağlamak bahanesiyle İstanbul’u işgal edenler, bizzat
düzensizlik ve asayişsizliğin kaynağı haline geleceklerdi. İşgali
gerçekleştirdikleri sırada Galata köprüsü muhafaza memurlarından Şuayip
Efendi’nin Fransız askerleri tarafından öldürülmesi, daha şehri ilk işgal
ettikleri gün arabasına bindikleri bir arabacıyı döverek arabadan atan beş
İngiliz askerinin davranışı ileride yaşanacakların da işaretiydi. Çamlıca
gibi şehre hakim tepelere mitralyöz ve makineli tüfekler yerleştirip, gayr-i
müslim unsurların şikâyetleri sonucunda müslüman halkın evlerinde aramalar
yaparak silah bulunan ev sahiplerini tutuklayan İngilizlerin niyetinin pek de
halisane olmadığı anlaşılıyordu. Meskûn olduğunu bildikleri yerlerde bile
askerî manevra ve top atışı yapmaktan çekinmeyen İngilizler35, müslüman
Türklere karşı İngiliz askerlerinin gerçekleştirmiş olduğu saldırılara dair
izahat vermekten dahi kaçınıyorlardı.
Gayr-i
müslim unsurların bu gibi şikâyet ve isteklerini yerine getirmede pek istekli
olduklarını gördüğümüz işgalcilere, azınlıklara mensup kişilerin yardımcı
olmaları da sık rastlanan olaylardandı. Kartal’da birçok evde arama yapan
İngiliz müfrezeleri Kartal bölük kumandanı İzzet Bey’in evini dahi aramaktan
çekinmemiş, iki tabancasına da el koymuştu. Bu arama sırasında İzzet Bey
evden yüz metre uzakta tutulmuş ve İngiliz elbisesi giymiş iki Ermeni ve bir
sivil Türk’le bazı Hint askerleri de hazır bulunmuştu.
Yeşilköy’de
uçaklara tahsis edilmiş olan alanı korumakla görevli Senegalli Fransız nöbetçi
askerinin durmasını ihtar ettiği fakat dil bilmediği için anlamayıp durmayan
Mustafa adlı kişi açılan ateş sonucu ölmüştü. Fransız Fevkalade Komiserliği
nezdinde yapılan girişimde, nöbetçilerin uçaklara tahsis edilmiş bu alana
kimseyi sokmamak hususunda kesin emir aldıkları, emirleri yerine getirmelerinin
tabiî olduğu bildirilerek, Osmanlı teb’ası nöbetçilerin ihtarına uydukları ve
saklanmak veya yere yatmak suretiyle yasaklanmış bölgeden geçmeye çalışmadıkça
bu gibi durumların tekrarlanmayacağı yolunda cevap alınmıştı. İşgalcilerin
nezdinde müslüman Türklerin hayatının kıymet-i harbiyesi bulunmuyordu.
Kendi
aralarında ettikleri kavgalarla da şehrin asayişini ihlâl eden işgalciler,
halkın mal ve ırzına saldırmaktan da geri durmuyorlardı. 17 Mayıs 1920
tarihinde İngiliz polis memurlarından biri İçerenköy’de kasaplık yapan bir
Türk’ün kapısını kırarak evine girmiş ve karısına saldırmış, feryatlar üzerine
yetişen komşuların İçerenköy Jandarma karakoluna haber vermeleriyle, karakol
kumandanı beraberinde bir askerle gelerek İngiliz polisin silahını almış ve
tutuklayarak İngiliz Polis Kumandanlığına teslim etmişti.
Silâh
bulunduran ve taşıyanlara karşı tahammül göstermeyen işgalciler, İçerenköy,
Bostancı, Sahrayı Cedîd, Kısıklı mevkileri reji muhafaza memurlarına verilen
silah vesikalarının İngiliz kumandanlığınca da tasdik edilmesini
istiyorlardı. Yaptıkları aramalarda yalnızca silah ve cephaneyi değil işlerine
gelen birtakım eşyaları da çuvallara doldurup götürmekten çekinmeyen
işgalcilerin, Tuzla’da halkın bayram münasebetiyle silah atması nedeniyle
yaptıkları aramalarda silâh ve mavzerlere el koymaktan başka, çorap, mendil,
havlu gibi eşyalarla ziynet altınlarını da aldıkları görülüyordu. Üsküdar
Bulgurlu’da Hüseyin Ağaya ait ağıla gelen beş silahlı İngiliz askerinin
tehditle yedi Osmanlı altın lirası, yedi gümüş çeyreği ve beş adet yüz kuruşluk
kağıt parayı, bir gümüş saati ve bir tabancayı gaspetmeleri de sıradan bir
olaydı. Yabancı askerlerin yollarda ne görseler avuçlayıp ceplerine atmak gibi
alışkanlıkları da vardı. İşportacıların arabalarını dağıtıp, kahkahalarla
karışık küfürler savuruyorlardı. Resmen yağmacılık yapıyorlardı.
İngiliz
askerlerinin Ümraniye’de ezan okuyan bir müezzine ateş açmaları da dinî
hoşgörülerinin seviyesini gösteriyordu. Gerekçe gösterilmeden tutuklamalar
yapılıyor, Kuvâ-yi Milliye’ye katılmalarından endişe edilen subaylar da
bundan nasiplerini alıyorlardı. Kartal Bölük Kumandan vekili Haydar Efendi
ile kaza kaymakamı Hamid Bey’in İngilizler tarafından tutuklanıp hapsedildikten
12 saat sonra serbest bırakılmaları fakat tekrar tutuklanarak Dersaadet’e
sevkolunmaları da keyfî uygulamalara bir örnek teşkil ediyordu. Bir yandan
asayişin sağlanması için Osmanlı makamlarından talepte bulunan, öte yandan
Jandarma karakollarını kuşatıp silahlarına el koydukları askerleri görevlerini
yapmaktan alıkoyan İngilizlerin, iyi niyetli olmadıkları açıktı.
3
Temmuz 1920’de Çubuklu’ya çıkarılan 800 kişilik bir Yunan müfrezesi iki gün
önce Beykoz’a çıkmış olan tahminî 3000 kişilik İngiliz askerleriyle birlikte
Dudullu’da İngiliz mıntıkasına taarruz eden Kuvâ-yi Milliye’ye karşı
savaşıyordu. İstanbul’daki müslüman halkın Rum azınlığa karşı hazırlandıkları
bahanesiyle Yunanlılar tarafından Rumlara 3000 silah dağıtılması da
Yunanlıların İstanbul üzerindeki emellerinden vazgeçmeyeceklerine işaret
ediyordu. İstanbul’dan başka Trakya üzerinde de hak iddia ettiklerinin bir
göstergesi de, Sirkeci istasyonundan Edirne’ye giden tren yolcularının seyahat
vesikaları Fransız zabıtasınca vize edildiği halde, 29 Haziran 1920 tarihinden
beri Yunan konsolosluğundan da vize alınmasının şart koşulmuş olmasıydı.
Asayişi
sağlamak bir yana aksine asayişsizliğe davetiye çıkaran işgalcilerin
uygulamaları sosyal hayatı da olumsuz yönde etkiliyordu. İşgal kuvvetleri
yoğunlukla Beyoğlu bölgesinde olmak üzere kışla, yabancı okul, hastane gibi
kurumlarla bazı otel ve özel binalara hukuk dışı yollarla yerleşmişlerdi. Üst
düzey İtilâf yetkilileri ve subaylar, beğendikleri bazı özel meskenleri zorla
tahliye ettirerek kendileri oturmuşlardı. Bu uygulamalar neticesinde mesken
sıkıntısı had safhaya ulaşmış, “Ey gaddar ev sahipleri” başlığıyla ilanların
bile dağıtılmasına yolaçmıştır. İlanlarda, bundan sonra sahip oldukları evleri
kiraya vermek hususunda gaddarane davranacak olanların teşkil edilen komite
tarafından evleri yakılarak kendilerinin de meskensiz bırakılacakları ihtar
ediliyordu.
İtalya’dan
gelecek olan askerî kuvvetler için Sanayi-i Nefise mektebiyle Sıhhiye müzesinin
bir an evvel boşaltılması, Millî Ta’lim ve Terbiye Cemiyetine ait binanın da
polis tarafından sahibi buldurularak anahtarının aldırılmasının sağlanması aksi
takdirde Saraçhane anbarının işgal edileceği yolundaki 27 Nisan 1920 tarihli
Sadaret tezkeresi de manidardı. Sıhhiye müzesine ait eşyalar nakledilecek
başka yer olmadığından müdüriyet binasının bir odasına konulmuş, Sanayi-i
Nefise mektebinin de Eczacı ve Dişçi mekteplerine nakledilmesi
kararlaştırılmıştı. İşgalcilerin mektepleri ve müze gibi yerleri işgal
etmeleri kamu düzenini de bozuyor, olağanüstü şartlar nedeniyle zaten doğru
dürüst yapılamayan eğitim ve öğretimin aksamasına yolaçıyordu.
İngiliz
askerî kıtasına ait telefon tellerini kesmek maddesinden yargılanan ve ağır
hizmette istihdam edilmek suretiyle İngiliz Divan-ı Harbince altı ay
mahkumiyetine karar verilen Yakacıklı Muhammed Hakkı Bostancı hapishanesine
gönderilirken61, ellerinde Polis Müdüriyet-i Umumiyesince tasdik edilmiş
İngiliz belgeleri olan gayr-i müslimler de işgalcilerle işbirliği
yapıyorlardı.
Kartal’ın
Soğanlık köyünde hırsızlık, yaralama ve öldürme suçlarını işleyen iki İngiliz
askeri idamla cezalandırılmışlardı. İngiliz Karadeniz Orduları Başkumandanı bu
cezaları onaylamış ancak birini müebbed hapse çevirmişti. Anlaşılan
hırsızlık, gasp, ırza tecavüz gibi suçları görmezden gelen İngilizler örtbas
edilemeyecek bu gibi durumlarda ceza vermekten kaçamıyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder