site içi arama
16 Nisan 2016 Cumartesi
Türk Mitolojisi: Evren Doğumu.
Kültigin ve Bilge Kağan Yazıtlarının ikisi de aynı kısa tümceyle başlar: "Yukarıda —»mavi —»Gök ve aşa-ğıda yağız—»Yer oluştuğunda, ikisinin arasında —>Kişi'nin (insan) oğulları ortaya çıkar. Kişi'nin oğullarına, atalardan Bumin Kağan ve İstemi Kağan hükmetmiştir." Bizim "oluş-tuğunda" diye tercüme ettiğimiz kdın- fiilidir. Bu, "yapmak, oluşturmak" anlamındaki kü- eyleminin edilgen halidir. Şu halde anlam belirsiz kalıyor. Daha önce savunulan "yaratıl-dılar" şeklindeki tercüme için ise, kesin dayanak bulunma-maktadır. Aynı kıl- fiili metinlerin akışı içinde birkaç kez in-sanlar için kullanılmıştır. "Oluşturuldular", "... gibi oluştu-rulmadılar". Evren doğum konusunda sahip olduğumuz en eski yegâne Türkçe kanıtlar olan bu iki metin parçası, görü-nüşe göre kısa bir kronoloji sunmaktalar: önce kozmik böl-gelerin oluşumu, sonra insanların ortaya çıkışı. Çinlilerin T'u-küeler üzerindeki etkisi, Şamanizmin öğretileri, çağdaş olaylara yapılan göndermeler ve daha sonraki aktarım, gö-ğün ve yerin ayrılması suretiyle evrenin doğduğu şeklin-deki görüşü kabul edilebilir kılmaktadırlar. Bir yaratılışa dair tasarım şüphesiz ancak sonraları ortaya çıkmıştır. 13. yüzyıldan önce genellikle çok zor teşhis edilebilmektedir, örneğin Bibliotheque nationale de France'deki Oğuzname'de geçen emir kipinde olduğu üzere. "Ol, dediler" Bir evren do-ğumu ya da en azından bir insan kökeni bilgisi tam da bu ifadenin önünde yer almalıydı, ancak kayboldu. "-1er" ile kastedilenin kim olduğunu bilmiyoruz. —»•Boy Söylenleri.
Türk Mitolojisi: Eskatoloji (Öbür Dünya Bilgisi).
Her ne kadar, insanoğlunun nereye gittiği konusunda oldukça ayrıntılı bilgiye sahipsek de, dünyanın sonu konusunda hiçbir şey bilmiyoruz. Fela-ketler eski Türk yazıtlarında, çoğu kez —»Gök ve —»Yerin "düzensizliği" (Bazin) ya da "köklü değişikliği" (Thomsen) olarak açıklanmaktadır. Yani bizler dolaylı yoldan, nihai yı-kımın bu uyuşmazlığın artmasının bir sonucu olduğuna inandırılıyoruz. Gerçekten anıtlardaki ortak bir metin ile Orhun'da bulunan iki metinde şu ifade yer almaktadır: "Ey Türk halkı, eğer yukarıdaki gök çökmemiş ve aşağıdaki yer batmamış olsaydı, senin devletini ve kurumlarını kim yıka-bilirdi?" Fakat göğün çökmesi ve yerin batmasına, gerçek-leşmesi mümkün bir ihtimal mi yoksa gerçekleşme olasılığı pek olmayan bir varsayım olarak mı bakıldığı konusunda hiçbir bilgi mevcut değil. Eğer göğün sonsuzluğu konu-sunda nasıl bir tasanm mevcut olduğunu biliyor olsaydık, bu soruya kısmen cevap verebilirdik. Moğol dönemi için bu tasarımlann mevcut olduğu bilinmekle birlikte, daha önceki dönemler için bir şey söylemek mümkün değil.
Türk Mitolojisi: Erlik, Erklik.
Erklik "erkek", "eril" anlamına gelen er sözcüğün-den oluşmaktadır. Erk "erkeklik", "kahramanlık", "güç" an-lamına gelmektedir. Erklik (ya da rkl ses öbeğinin düşmesi sonucu erlik) "erkek, kahraman olma özelliğine sahip kişi" anlamına gelmektedir. Birçok Eski Türkçe metinde, erklik sözcüğü yalnızca kudretli şahsiyetleri nitelendirmek için kullanılmıştır. Ancak bu kişüerin dinsel açıdan hiçbir önemi yoktu (örneğin Irk Bitig). Yenisey Yazıtları bu açıdan ba-kıldığında pek açık değildir ve bazı şüpheleri içerir (İhe Aşete, Minusinsk, Altın Köl). (Baykal-Gölü'nde) Olkhon adasında bulunan kısa yazıttan, bu sözcüğün Venüs geze-genini anlattığı açıkça anlaşılır; ayrıca Uygur yazınında bu gezegen hâlâ aynı şekilde adlandırılmaktadır. 11. yüzyıla kadar Venüs "ışık yıldızı" (yaruk yıldız) (Luzifer), ve çaplan (çoban) olarak adlandırılmaktaydı. Daha yakın dönemlerde ise (Akşam Yıldızı olan Venüs'ün yerine) solbon adıyla kar-şımıza çıkmaktadır. Sabah Yıldızı'nın sözümona bütün di-ğer yıldızları öldüren güçlü bir savaşçı olarak betimlenmesi, birtakım Çin mitolojileriyle ilintilendirilebibir. Erk'in anlamı fcüıf ünkünden çok farklıdır. Küc sözcüğü daha yumuşak bir güç olan gök tanrının gücünü nitelendirmektedir.
Venüs'ün her sabah doğuda ufuk çizgisinin hemen üstünde gözükmesi, Erklik'in bir cehennem tanrısı olabileceği tasa-rımının oluşmasını sağlamıştır. Altın Köl Yazıtlarında, Erk-lik ölüleri canlılardan "ayırmakta" ve böylece bir çeşit ölüler tanrısı olmaktadır. Aynı şekilde, Venüs'ün savaşçı gücüne ilişkin tasarım yine Venüs'ün kötü cinlerin Kralı olduğuna ilişkin bir tasarımla karışabilmekteydi. Bununla birlikte, bu benzetme çok eskilere dayanmıyor olmalı: Kökenini Bu-dizm'de arayabiliriz. Türk-Uygur Budist yazınında, Erklik Hintlilerin Yama diye adlandırdığı (bu konuda 1202 yılına ait belge mevcuttur) cehennemin kralı ile özdeştir. Erklik'e ilişkin bu yeni anlayış Türk dünyasının bir bölümünde mu-hafaza edilirken, diğer bir bölümünde kaybolup yitmekte-dir: özellikle Kâşgarlı Mahmud, bu anlayıştan artık haber-sizdir.
Venüs'ün her sabah doğuda ufuk çizgisinin hemen üstünde gözükmesi, Erklik'in bir cehennem tanrısı olabileceği tasa-rımının oluşmasını sağlamıştır. Altın Köl Yazıtlarında, Erk-lik ölüleri canlılardan "ayırmakta" ve böylece bir çeşit ölüler tanrısı olmaktadır. Aynı şekilde, Venüs'ün savaşçı gücüne ilişkin tasarım yine Venüs'ün kötü cinlerin Kralı olduğuna ilişkin bir tasarımla karışabilmekteydi. Bununla birlikte, bu benzetme çok eskilere dayanmıyor olmalı: Kökenini Bu-dizm'de arayabiliriz. Türk-Uygur Budist yazınında, Erklik Hintlilerin Yama diye adlandırdığı (bu konuda 1202 yılına ait belge mevcuttur) cehennemin kralı ile özdeştir. Erklik'e ilişkin bu yeni anlayış Türk dünyasının bir bölümünde mu-hafaza edilirken, diğer bir bölümünde kaybolup yitmekte-dir: özellikle Kâşgarlı Mahmud, bu anlayıştan artık haber-sizdir.
Türk Mitolojisi: Er
Erkeklik adı. Bu adın anlamı konusunda, bize yalnız es-kice tek bir metin bazı bilgiler vermektedir: "İmparatoriçe olan annemi memnun edeceği üzere, küçük kardeşim Külti-gin erkeklik adım kazandı." Thomsen bile, her ne kadar ko-nunun ne olduğunu tam olarak anlamadıysa da, bu erkeklik adımn gösterilen bir kahramanlık sonucu elde edildiğini tahmin etmişti. Metinlerde genellikle sadece bu adın geçiyor olması, o kişinin bundan böyle kullanmak zorunda olduğu asıl adın sonradan elde etmiş olduğu bu erkeklik adı oldu-ğunun ve başka bir biçimde adlandırılmış olsaydı dahi söz konusu kişinin yazgısının çok fazla değişmeyeceğinin kanı-tıdır. Tarihsel ya da söylensel bu durumu analiz etmemiz sonucu, bu adm gençlik yıllarında kazanıldığı, daha çok (savaşta ya da avdaki) ilk öldürme eyleminin ardından, ge-nellikle de bir —»Hayvan ile yapılan ritüel bir mücadeleden sonra kazanıldığı kesinlik kazanmışür - ki bu mücadele, o hayvanla cinsel bir birleşme anlamına gelmekteydi ya da söz konusu kişiye evlenme hakkım tammaktaydı. Bozkır sanatında, hayvanlarla yapılan dövüşleri betimlemeye, İs-lâm uygarlığının başlangıcına kadar Türkler büyük değer vermiştir. Her ne kadar farklı bir biçimde açıklanmaya çalı-şılıyorsa da (Kiseler, Laszlo, Alföldi), muhtemelen bu be-timlemeler bir cinsel birleşmenin resmidir.
Türk Mitolojisi: Ejderha.
Büyük olasılıkla Türkler ejderha figürünü ve onunla il-gili tüm tasarımları Çinlilerden ödünç almışlardır; ona ta-kılan eski isim, luu adı bunun bir kanıtıdır. Bazı gruplar bu tasarımların oldukça etkisinde kalmış olmalı ki, bugün bile Türkiye'de hâlâ Çin düşünce tarzına uygun söylenceler bul-mak mümkündür. Kimi grupları ise ejderha fazlaca ilgilen-dirmemiştir; onlar fabllarda geçen ve yabancısı oldukları bu hayvanın yerine, özellikle Oniki Hayvanlı Takvimde görül-düğü üzere, başka hayvanlar koymuşlardır. Özbekler, Azer-baycanlılar, Türkmenlerin bir bölümü ve Sinkiang Uygur-ları ejderhanın yerine balığı, Hakaslar ise kertenkeleyi koy-muşlardır. Kâşgarlı ise ejderha sözcüğünü (Arapça) timsah olarak tercüme etmektedir; bunu ise Türkçe'deki ntik sözcü-ğü karşılamaktadır. Batı Türk dünyasında ejderhaya ilişkin tasarımlar, büyük klasik kültürlerden olan İran ve Yunan kültüründen etkilenmiştir. Böylece spesifik bir tasarım oluş-muş ve bunu da aynı şekilde spesifik bir isim olan evren sözcüğü karşılamaktadır. Her ne kadar Pritsak, —*böri (kurt) sözcüğünü Bulgar prensler listesindeki veren olarak alımlı-yorduysa da, bu sözcük açıkçası evrenin bir göçüşmesidir, dolayısıyla Türkçe'ye çok erken dönemlerde girmiştir. Eti-molojisi bellidir: evir (dönmek) fiilinden -en ekiyle türetilmiş bir sıfat-fiildir. Kutadgu Bilig'de evren bilimine ayrılmış bir bölümde, bu sözcüğün asıl işlevi ifade bulur: "Bak, o sürekli dönen ejderhayı yarattı." Selçuklu dönemine ait resimler ile heykel ve seramiklerde, bazen bir kemerin ucunda, bazen de bir ağacın köklerinin dibinde temsil edilmektedir: uzun, yılan biçiminde bir vücudu olan ve eğilip bükülerek dü-ğümler atan, başka bir deyişle kendi etrafında dolanan bir ejderha. Müslüman Türk kültüründe daha iyi gözlemlediği-miz farklı özelliklerinin yanı sıra, ejderhanın -»Yılan famil-yasından olduğu anlaşılmaktadır. O, yılanların kralı olup, görevi insanları yutmaktır. Rutubet ve yer altı dünyası ile ilişki içindedir. Buna rağmen -bugüne kadar görülmedik bir şekilde- kışı yerin altında geçiren ejderha ilkbaharda dışarı çıkar ve yazın göğe yükselir: Yani ejderha "iki değerlikli", kı-şın yerin altında yaşayan bir hayvan ve yazın en sıcak dö-neminde hüküm süren tanrısal bir hayvandır.
Türk Mitolojisi: Dünyaya bakış.
Çok muhtemeldir ki, eski Türkler kendilerine özgü ve dünyaya ilişkin bir bakış geliştirmekle kalmamışlar, bu ayrıca dünyaya bakış altında anladığımızla her zaman örtüşmemektedir. Uzak Doğu'nun etkisi altinda bulunuyor-ken eski Türklerin tasarımları daha farklıydı. Batıya göç-tükten sonra bu tasarımları değişmiştir, ancak ne ölçüde değiştiğini kesin bilmiyoruz. Orhon ve Ongin Yazıtlarının bizlere aktardığına göre, evren iki ana bölgeyi, yani yuka-rıda —»Gök ve aşağıda —»Yeri kapsamaktadır. Yerin altında, üçüncü bir kozmik bölgenin bulunduğu yolunda bir tasa-rımın varlığına ilişkin bir varsayım konusunda kesin bir da-yanak mevcut değildir. Bu tasarım ancak sonraları çok önem-li bir rol üstlenecektir, ne var ki çok sonra oluşmuş olmalıdır.
Gökyüzü yeryüzünü kaplamakta ve onu korumaktadır. Yeryüzü muhtemelen göğü taşımakta, fakat bunun nasıl olduğunu tam olarak bilemiyoruz. Şüphesiz bu ikisi bir eksen ile birbiriyle bağlantılıdır. Bu eksen bir dayak da olabilir. Evrenin iki basamağı arasında bir bağ kurmak, ancak ko-nuya hakim olanlar, yani hükümdarlar, göksel güçler ve cinler için mümkündür. Görünen o ki, kozmik düzen gök ile yer arasındaki dengeye bağlı. Felaketler şu tümceyle izah edilmektedir: "Gök ile yer arasında bir kargaşa yaşandığın-dan ..." Kimi belirtiler, örneğin üst üste gelmiş kesitlerden oluşan bir eksen gibi görünen bazı çizimler, o dönemde bir-birini takip eden basamaklardan ibaret bir gökyüzü tasarı-mının oluştuğuna işaret etmektedir. Ne var ki, bu tasarım henüz açık seçik bir şekilde ifade bulmaz. Çinlilerin dört köşeli yeryüzü ve bu dört köşenin üstünde yer alan daire biçimindeki gökyüzü düşüncesine, görünüşe göre Orhun' daki Türklerde ve Yenisey'deki Kırgızlarda da rastlanmak-taydı. T'u-küeler ve Uygurlar (aslen Veda dilinden geçmiş, fakat şüphesiz Çin'den ödünçleme yoluyla girmiş olan) kaplumbağayı mezar taşlarında kaide olarak kullanmakta-lar. Bu hayvan, biçimiyle göğü ve yeri temsil etmekte ve herkes doğrudan göğün altında, yeryüzünün ortasında ya-şadığı gerçeğinin bilincinde. Çoğu kez, yeryüzünün dört köşesinden ihmal edilmiş bölgeler olarak söz etmekteler. Bu bölgelerin, gökyüzü tarafmdan korunmayan bölgeler oldu-ğunu anlayabiliriz. Bu tasarım çok yaygın olsa gerek. "Kö-şe" anlamına gelen bulııng sözcüğü ye- 1 Uygurca'da "yan" anlamına gelen yingak sözcüğü kull »aktadır, ancak bu tam karşılığı olmasa gerek. Fakat tienice-Kıpçakca bir sözcük olan bucak uygun bir karşılıktır (Osmanlıların dilin-de bucak). Tonyukuk Yazıtında, okyanusa uzanan bir —• Ne-hirden söz edilmektedir. Bu, Huang-ho deltası olabileceği gibi, erken ve klasik coğrafyada geçen ve tüm dünyayı ku-şatan nehir-deniz (—»Nehir) tasarımına da karşılık gelebilir.
T'u-küelere göre, dünya doğan —»Güneşe göre düzenlen-miştir. Doğu her zaman "ön" olarak adlandırılmaktadır. Ar-ka ise batıdır, yani batan güneş. Sağda, güneyde Çin ve solda, kuzeyde ise orman bulunmaktadır. Çin metinlerine gö-re, hükümdar oturduğunda sürekli doğuya yönelir, çadırın girişi ise doğan güneş yönündedir.
Bir Türk tarafından çizilmiş en eski dünya haritası Kâşgarlı Mahmud'un haritasıdır. Bu harita, yeryüzünü bir dairenin içinde göstermektedir. Dolayısıyla önemli bir değişikliği sap-tamaktayız ve bu şüphesiz müslüman etkisine, yani klasik Batlamyus tasarımına dayanmaktadır.
Gökyüzü yeryüzünü kaplamakta ve onu korumaktadır. Yeryüzü muhtemelen göğü taşımakta, fakat bunun nasıl olduğunu tam olarak bilemiyoruz. Şüphesiz bu ikisi bir eksen ile birbiriyle bağlantılıdır. Bu eksen bir dayak da olabilir. Evrenin iki basamağı arasında bir bağ kurmak, ancak ko-nuya hakim olanlar, yani hükümdarlar, göksel güçler ve cinler için mümkündür. Görünen o ki, kozmik düzen gök ile yer arasındaki dengeye bağlı. Felaketler şu tümceyle izah edilmektedir: "Gök ile yer arasında bir kargaşa yaşandığın-dan ..." Kimi belirtiler, örneğin üst üste gelmiş kesitlerden oluşan bir eksen gibi görünen bazı çizimler, o dönemde bir-birini takip eden basamaklardan ibaret bir gökyüzü tasarı-mının oluştuğuna işaret etmektedir. Ne var ki, bu tasarım henüz açık seçik bir şekilde ifade bulmaz. Çinlilerin dört köşeli yeryüzü ve bu dört köşenin üstünde yer alan daire biçimindeki gökyüzü düşüncesine, görünüşe göre Orhun' daki Türklerde ve Yenisey'deki Kırgızlarda da rastlanmak-taydı. T'u-küeler ve Uygurlar (aslen Veda dilinden geçmiş, fakat şüphesiz Çin'den ödünçleme yoluyla girmiş olan) kaplumbağayı mezar taşlarında kaide olarak kullanmakta-lar. Bu hayvan, biçimiyle göğü ve yeri temsil etmekte ve herkes doğrudan göğün altında, yeryüzünün ortasında ya-şadığı gerçeğinin bilincinde. Çoğu kez, yeryüzünün dört köşesinden ihmal edilmiş bölgeler olarak söz etmekteler. Bu bölgelerin, gökyüzü tarafmdan korunmayan bölgeler oldu-ğunu anlayabiliriz. Bu tasarım çok yaygın olsa gerek. "Kö-şe" anlamına gelen bulııng sözcüğü ye- 1 Uygurca'da "yan" anlamına gelen yingak sözcüğü kull »aktadır, ancak bu tam karşılığı olmasa gerek. Fakat tienice-Kıpçakca bir sözcük olan bucak uygun bir karşılıktır (Osmanlıların dilin-de bucak). Tonyukuk Yazıtında, okyanusa uzanan bir —• Ne-hirden söz edilmektedir. Bu, Huang-ho deltası olabileceği gibi, erken ve klasik coğrafyada geçen ve tüm dünyayı ku-şatan nehir-deniz (—»Nehir) tasarımına da karşılık gelebilir.
T'u-küelere göre, dünya doğan —»Güneşe göre düzenlen-miştir. Doğu her zaman "ön" olarak adlandırılmaktadır. Ar-ka ise batıdır, yani batan güneş. Sağda, güneyde Çin ve solda, kuzeyde ise orman bulunmaktadır. Çin metinlerine gö-re, hükümdar oturduğunda sürekli doğuya yönelir, çadırın girişi ise doğan güneş yönündedir.
Bir Türk tarafından çizilmiş en eski dünya haritası Kâşgarlı Mahmud'un haritasıdır. Bu harita, yeryüzünü bir dairenin içinde göstermektedir. Dolayısıyla önemli bir değişikliği sap-tamaktayız ve bu şüphesiz müslüman etkisine, yani klasik Batlamyus tasarımına dayanmaktadır.
Türk Mitolojisi: Deve
Deve Türk halklarının ekonomisinde daima önemli bir rol üstlenmiştir. Devenin önemine işaret eden mevcut çok sa-yıda kanıt konusunda, Kâşgarlı Mahmud'u anımsamak ye-terli olacaktır. Kendisi sözlüğünde deveyi en az altmış kez anmıştır. Ne var ki, mitolojide ve dini gelenekler içindeki önemi daha ziyade sınırlı olmuş olsa gerek ve biz onun ta-bulaştınldığını varsaymalıyız. Çıkarsayabildiğimiz kadarıy-la, deve diğer tüm —»Kurban Ritüelleri ve ölü için sunulan kurbanların dışında tutulmuştur. Elbette devenin etinin yen-diğinden hiç söz edilmez, hatta müslüman muhabirler deve eti yemenin yasak olmuş olduğunu iddia edecek kadar ileri giderler. Örneğin Abu-Dulaf Mis'âr Ibn-Muhalhil bunu açık-ça belirtir; Kırgız ve Çiğillerden bahsederken Yakut tarafın-dan alıntılanır.
Çok eskiden, Irk Bitig'de geçen üç anekdot (kehanet) deveye yine de belli bir rol yükler. Bunların ikisi, tüm tuhaflıkla-rıyla ortaya sorunlar atmakta. Anekdotların birinde erdişi bir deve yer alır (bu özelliğiyle Türklerin seks idealine uy-gundur). Devenin salyası —»Gökyüzüne ulaşmakta ve —»Yer-yüzünü ıslatıp kaplamakta. Bu ise, uyuyanları uyandırmak-ta ve yatanları ayağa kaldırmaktadır. Üçüncü anekdotta, bir hükümdarın oğlunun [bey) doğumu anlatılmakta. Bu, bir devenin doğumu ve bir tayın dünyaya gelişi ile aynı zaman-da gerçekleşmektedir. Türk sözlü geleneğinde, bu gibi aynı anda olan doğumların her zaman bir anlamı vardır ve ba-zen akrabalık bağlan oluştururlar.
Tüm yasaklara rağmen devenin üstünde yatan insanların onunla akraba olabilecekleri düşüncesi, Satuk —»Buğra Ka-ğan'a ilişkin öykü ile kanıtlanmaktadır. Büyük olasılıkla Sa-tuk Buğra Kağan adı, onun ataları arasında bulunan bir deveye işaret etmektedir. Moğolistan'da kayalara yapılmış çi-zimlerle kanıtlanmış olan, develer arasında dövüş düzenle-me geleneği, aym şekilde (tüm hayvan dövüşleri gibi) şa-manist kökenli söylenleri veya boy söylenlerini akla getir-mektedir.
Çok eskiden, Irk Bitig'de geçen üç anekdot (kehanet) deveye yine de belli bir rol yükler. Bunların ikisi, tüm tuhaflıkla-rıyla ortaya sorunlar atmakta. Anekdotların birinde erdişi bir deve yer alır (bu özelliğiyle Türklerin seks idealine uy-gundur). Devenin salyası —»Gökyüzüne ulaşmakta ve —»Yer-yüzünü ıslatıp kaplamakta. Bu ise, uyuyanları uyandırmak-ta ve yatanları ayağa kaldırmaktadır. Üçüncü anekdotta, bir hükümdarın oğlunun [bey) doğumu anlatılmakta. Bu, bir devenin doğumu ve bir tayın dünyaya gelişi ile aynı zaman-da gerçekleşmektedir. Türk sözlü geleneğinde, bu gibi aynı anda olan doğumların her zaman bir anlamı vardır ve ba-zen akrabalık bağlan oluştururlar.
Tüm yasaklara rağmen devenin üstünde yatan insanların onunla akraba olabilecekleri düşüncesi, Satuk —»Buğra Ka-ğan'a ilişkin öykü ile kanıtlanmaktadır. Büyük olasılıkla Sa-tuk Buğra Kağan adı, onun ataları arasında bulunan bir deveye işaret etmektedir. Moğolistan'da kayalara yapılmış çi-zimlerle kanıtlanmış olan, develer arasında dövüş düzenle-me geleneği, aym şekilde (tüm hayvan dövüşleri gibi) şa-manist kökenli söylenleri veya boy söylenlerini akla getir-mektedir.
Türk Mitolojisi: Değişimler
Eski Türklerin tasarımlarına göre bir insanın öl-dükten sonra bir kuşa dönüştüğüne değil, aksine kuş biçi-mindeki —»Ruhun vücudu kendine özgü bir biçime girerek terk ettiğine inanıyoruz. Ancak varlıkların ve cinlerin temel-den zoomorfik oluşu, eski dönemlerde olduğu gibi sonraları da insanın bir —»hayvana dönüşebildiği ya da daha doğrusu hayvan biçiminde görünebildiğini ortaya koymaktadır. Sık sık mecazlar, eğer bir insanı bir hayvanla kıyaslıyorsak, bu insanın o hayvan olduğu anlamına geldiğine inanmamıza yol açar; fakat hiçbir belgede her iki görünüm biçiminde bir varlık yer almamaktadır. Belki de Nestor-kroniğindeki bir raporda, bir Kuman prensinin likantropik olduğuna ilişkin bir anıştırma mevcuttur. Kurtlarla birlikte ulumak için ge-celeyin kampı terk eden bu prens her ne kadar bir —»Kurda dönüşmüyorsa da, en azından onların arasına katılmakta-dır. —»Uçmak.
Türk Mitolojisi: Dağ
îster kozmik bir dağ olarak dünyanın ekseni, imparatorlu-ğun merkezi olsun, ormanlık bir yer, karla kaplı, ulaşılmaz ve gizemli, isterse göğe daha yakın yüksekçe bir yer olsun dağ, Türklerin dinsel tasarımlarında her zaman önemli bir rol oynamıştır. Eski dönemlere ait bilinen en tanınmış dağ —»Ötüken'dir. Ancak o dönemlerde bile onunla boy ölçüşen başka dağ'lar vardı: Çin yıllıklarında geçen P'o-teng-ning-li (But Tengri), "dik bir şekilde yükselen yüksekçe bir dağ" ve üstünde "ne bir ot ne de bir ağaç" büyür. T'u-küelerin atala-rının mağarasının bulunduğu ve şüphesiz Turfan'ın kuze-yinde uzanan (Thomsen tarafından Tannu-Ola olarak teşhis edilen) Kögmen. Adından sıkça bahsedilen bu dağ, Ulan Bator Yazıtında bir dizi tanrı arasında anılan büyük tanrıdır. Ayıca bu dağ, Baş Kağan idaresindeki birinci Uygur döne-minde de anılmaktadır ve şüphesiz Ötüken sıradağları içinde yer alır. Aynı dönemlerde ve daha sonra bazen başka bölgelerdeki dağ'lardan da söz edilir. Bunlardan biri, Çiğil ile Karluk bölgeleri arasında, Isık Göl'ün kuzeybahsında uzanmaktadır.
Metinlerde, kurban sunmak üzere dağ'lara yapılan hac yol-culuklarından bahsedilir. Ne var ki, kurbanın dağa mı yok-sa dağ'daki başka herhangi bir güce mi sunulduğu her za-man bilinmemektedir: bunlar çoğu kez genel kült mekanla-rıdır. Halkların kökenlerine ilişkin söylenler öyle görünüyor ki, çoğu kez halkların dağ'larm arasına çekilip kendi içlerine kapanarak uzunca bir süre geçirdiklerinden ve genellikle bir hayvanın önderliğinde buradan çıkarak güç kazandıkların-dan bahseder. Boodberg sezgilerinden hareketle, "dağların arasından çıkışın Orta Asya'daki tüm söylencelerin özünü" oluşturduğuna inanır; karakteristik bir örnek olarak T'o-paları verir (bunlar kısa bir süre sonra Çin'in Weiları olacak olan Tabgaçlardır), fakat unutmamak gerekir ki, olaya tarih sel açıdan bakarsak eğer, T'u-küeler Altay dağlarmda de-mirciydiler. Türklerin batıya girişi sonraları şu şekilde ele alınmıştır: Yakın Doğulu tarihçilere göre, Türkler kendile-rini tutsak kılan kapıyı boz bir köpeğin önderliğinde zorla kırıp açmak zorunda kalırlar.
Metinlerde, kurban sunmak üzere dağ'lara yapılan hac yol-culuklarından bahsedilir. Ne var ki, kurbanın dağa mı yok-sa dağ'daki başka herhangi bir güce mi sunulduğu her za-man bilinmemektedir: bunlar çoğu kez genel kült mekanla-rıdır. Halkların kökenlerine ilişkin söylenler öyle görünüyor ki, çoğu kez halkların dağ'larm arasına çekilip kendi içlerine kapanarak uzunca bir süre geçirdiklerinden ve genellikle bir hayvanın önderliğinde buradan çıkarak güç kazandıkların-dan bahseder. Boodberg sezgilerinden hareketle, "dağların arasından çıkışın Orta Asya'daki tüm söylencelerin özünü" oluşturduğuna inanır; karakteristik bir örnek olarak T'o-paları verir (bunlar kısa bir süre sonra Çin'in Weiları olacak olan Tabgaçlardır), fakat unutmamak gerekir ki, olaya tarih sel açıdan bakarsak eğer, T'u-küeler Altay dağlarmda de-mirciydiler. Türklerin batıya girişi sonraları şu şekilde ele alınmıştır: Yakın Doğulu tarihçilere göre, Türkler kendile-rini tutsak kılan kapıyı boz bir köpeğin önderliğinde zorla kırıp açmak zorunda kalırlar.
Türk Mitolojisi: Cehennem
"Cehennem" sözcüğü Soğd kökenli şu ifadeler ile karşılanmaktadır: Codex Cumanicus'da tamuk, Kitab al-idrâk'da tamuv, Kâşgarlı Mahmud ve Houtsma tarafından yayımla-nan lügatçede tamu. Bu sözcük oldukça geç bir zamanda ve muhtemelen yabancı bir dinin, büyük olasılıkla Budizmin etkisi sonucu ortaya çıkmıştır. Ne var ki, daha önceden Uybat Yazıtında ifade bulmuştur. Bir cehennem kavramı Türkler tarafından eğer biliniyorduysa, bu kavram sadece sınırlı alanlarda ve bir ceza anlamında kullanılmış olmalı-dır. Buna rağmen, üçüncü bir kozmik basamağa geçiş yo-lunda, başka bir deyişle önemli bir rol üstlenecek olan yerin altındaki dünyaya geçişte büyük ölçüde katkıda bulunabil-miştir. Belki de, Abokan Yazıtında ic yer ("yerin içi") olarak karşımıza çıkan odur.
KÂDI BURHÂNEDDÎN AHMED VE DEVLETİ
On dördüncü yüzyılda
yaşamış Türk âlimi ve onun 1381-1398 yılları arasında Kayseri ve Sivas
bölgesine hâkim olan devleti. Burhâneddîn Ahmed 1345 (H. 745) yılında
Kayseri’de dünyâya geldi. Babası Kayseri Kâdısı Şemseddîn Mehmed olup,
Oğuzların Salur boyuna mensuptur. Küçük yaşta tahsiline başlayan Burhâneddîn
Ahmed, Farsça, Arapça, mantık, fıkıh, usûl, ferâiz, hadis, tefsir, hey’et ve
tıp ilimlerini öğrendi. Yirmi bir yaşındayken Kayseri kâdılığına tâyin oldu
(1364).
Kâdı Burhâneddîn’in
Kayseri kâdılığı Eratna Devletinin çöküş hâlinde bulunduğu zamâna rastlar.
Eratna Hükümdârı Ali Bey zayıf irâdeli ve kâbiliyetsiz bir kimseydi. Devlet
içerisinde anarşi ve emirler arasında rekâbet bütün hızıyla devâm ediyordu.
Eratna Devletinin içinde bulunduğu bu krizi değerlendirmek isteyen
Karamanoğulları, Kayseri’ye hücum ederek zaptettiler. Ali Beyi esir olmaktan
Kâdı Burhâneddîn kurtardı. Ali Bey bu yardımı üzerine, onu vezirlik makâmına
getirdi. 1380 yılında Ali Beyin ölmesi ile yerine geçen yedi yaşındaki oğlu
Mehmed Çelebi’ye nâib tâyin edildi. Bölgenin kuvvetli emirlerinden Amasya Emîri
Hacı Şadgeldi Paşayı Dânişmendiye köyü önünde yaptığı muhârebede bozguna
uğrattı. Şadgeldi Paşa yapılan muhârebede öldü. Böylece devlet için nüfûzunu pekiştiren
Kâdı Burhâneddîn Ahmed, Eratna Hükümdârı Mehmed Çelebi’yi bertaraf ederek
saltanatını îlân etti (1381). Adına hutbe okutup para bastırarak bundan böyle
kendi adıyla anılacak devletini tek başına idâre etmeye başladı.
Kâdı Burhâneddîn, on
sekiz sene süren hükümdârlığında, Amasya Emirliği, Erzincan Emirliği,
Candaroğulları Beyliği, Karamanoğulları Beyliği ve Tâceddînoğulları Beyliği ile
mücâdele ederek bu beylikler üzerine hâkimiyetini kabul ettirmeye muvaffak
oldu. Memluk sultânına isyân eden Malatya Nâibi Mintaş’ın teklifi üzerine adı
geçen şehri almak istemesi, Kâdı Burhâneddîn ile Memlûk Sultânı Berkok’un
arasını açı. Memlûklerin Haleb Vâlisi Yılboğa, Sivas önlerine gelerek şehri
muhâsara etti. Fakat Kâdı Burhâneddîn’in başarılı müdâfaası karşısında kırk
günlük bir muhâsaradan sonra 1388’de çekilmek mecbûriyetinde kaldı. Sultan
Berkok ile Kâdı Burhâneddîn arasında dostluk, ancak Tîmûr Hanın batı seferleri
sebebiyle tekrar kuruldu. Kâdı Burhâneddîn’in Akkoyunlular ile önceleri kötü
olan münâsebetleri de 1388 senesinden sonra düzeldi. Daha sonraları Akkoyunlu
Devletini kuracak olan Karayülük Osman Bey de, onun yanına rehin bırakılmıştı.
1389 senesinde Karakoyunlu Türkmenleri ile Erzincan Emîri Mutahharten
karşısında yenilen Akkoyunlu Ahmed Bey, Kâdı Burhâneddîn’e sığınmak
mecbûriyetinde kaldı.
Kâdı Burhâneddîn, 1389
Kosova Muhârebesine kadar Osmanlılarla dostâne münâsebetler içindeydi. Bu
târihten sonra onun batıya yönelerek, Osmanlı nüfuz sâhasını tehdide başlaması
ve Tâceddînoğulları ve Candaroğulları gibi beyliklerin tahrikleri iki devlet
arasındaki dostluğun bozulmasına sebeb oldu. Netîcede Kâdı Burhâneddîn’in
kuvvetleri, Osmanlı öncülerini 1392 yılında Çorumlu sahrasında ağır bir
yenilgiye uğrattı. İki taraf arasındaki mücâdele, Tîmûr Hanın Anadolu’ya gelme
ihtimâli üzerine tekrar dostluğa döndü. Kâdı Burhâneddîn, Tîmûr’un Anadolu’ya
geleceğini haber aldığı zaman, Sivas’ı tahkim ederek savaşa hazırlandı. Fakat
Tîmûr Han, Anadolu’ya girmeden geri dönerek 1394 yılında Altınordu Hanı
Toktamış’la savaşa girdi. Akkoyunlular, 1395 Erzincan Seferi sırasında Kâdı
Burhâneddîn’in yanında yer aldılar. 1396 senesinde Karamanoğullarına tâbi olan
Kayseri Vâlisi Şeyh Müeyyed’i cezâlandırmak için yapılan sefere Karayülük Osman
Bey de katılmıştı. Şeyh Müeyyed’e onun aracılığıyla aman verilmişse de, Kâdı
Burhâneddîn bir süre sonra Şeyh Müeyyed’i öldürdü. Bu yüzden bir müddet sonra
Kâdı Burhâneddîn ile Karayülük Osman Beyin arası açıldı. 1398 yılında Sivas
önlerinde yapılan muhârebede Karayülük Osman Bey, Kâdı Burhâneddîn’i mağlub
ederek, öldürdü.
Öldürüldüğünde 54
yaşında bulunan Kâdı Burhâneddîn’in kabri Sivas’taki türbesindedir. Saltanatı
boyunca savaştan savaşa koşmuş, bu sebeple kendisine Ebü’l-Feth lâkabı
verilmiştir. Allah yolunda tehlikelere bizzat atılır, bu uğurda yorulmak nedir
bilmez ve bu yolda varını yoğunu harcardı. Memleketin çeşitli yerlerinde
faaliyet gösteren Moğol artıklarını ve fitne çıkarmak için uğraşan Eshâb-ı
kirâm veEhl-i sünnet düşmanı sapıkları ortadan kaldırmak ve ülke dışına sürmek
için gayret etti. Kendisinden önceki âdil İslâm hükümdârları gibi dost ve
düşmanlarına merhâmetli davranırdı. Asker ve kumandanlarına nasîhatlerinde
savaşa iştirâk etmeyen ve savaşacak kudreti olmayan kadın, ihtiyar, çocuk ve
din adamlarının mal ve can emniyetinin sağlanmasını emrederdi. Halkına adâletle
muâmele eder, suçu sâbit olmayanı cezâlandırmazdı. İlmi ve ilme düşkünlüğü çok
fazlaydı. Savaş esnâsında bile kitap yazar ve ilimle meşgul olurdu. Sa’deddîn
Teftâzânî hazretlerinin Telvih adlı eserine yazdığı Tercîh-i Tavzîh adlı usul-i fıkha dâir
hâşiyeyi, Kayseri Vâlisi Müeyyed’in isyânını bastırmak için savaşırken
yazmıştı. İstanbul’da Râgıb Paşa Kütüphânesinde 831 numarada kayıtlı bir
nüshası bulunan bu eserin bir nüshası da Millet Kütüphânesi Feyzullah Efendi
kısmı 588 numaradadır.
Ulemâ ile sohbet
etmekten büyük bir haz ve mutluluk duyardı. Pazartesi, Perşembe ve Cumâ günleri
olmak üzere haftada üç gün ilmî sohbetler düzenlerdi. Bütün tebeasına karşı
adâlet ve şefkat gösteren Kâdı Burhâneddîn; cesûr, cömert ve iyi huyluydu.
Kâdı Burhâneddîn
Ahmed’in ölümü üzerine Sivas halkı, onun yerine Kayseri vâlisi olan oğlu
Alâeddîn, o sırada yaklaşık on dört yaşındaydı. Karayölük Osman Bey, Sivas’ın
kendisine teslimini istedi, fakat şehir halkı tarafından yardıma çağrılan Moğol
kuvvetleri karşısında çekilmeye mecbur kaldı. Tîmûr Hanın Anadolu’ya gelme
ihtimâli üzerine, devleti idâre edecek kuvvetli bir şahsiyet bulunamadığından,
Sivaslılar şehri Osmanlı Sultânı Yıldırım Bâyezîd Hana teslim ettiler. Bâyezîd,
oğlu Mehmed Çelebi’yi Sivas’a vâli tâyin etti. Alâeddîn Ali Bey ise eniştesi
Dulkadiroğlu Nâsıreddîn Mehmed Beyin yanına gönderildi. Daha sonra Osmanlı
Devleti içerisinde hizmet gören Kâdı Burhâneddîn Devleti tahtının bu tek ve son
vârisi 1442 yılında öldü.
Kâdı Burhâneddîn Ahmed
devletinin ömrü, kurucusunun hayâtı ile sınırlı kalmıştır. Merkeziyetçi bir
idâre kurmak gâyesini güden Kâdı Burhâneddîn, devlet idâresinde eski âilelerin
nüfûzlarını kırdı ve kendi emir ve arzusundan dışarı çıkmayacak kimseleri
yüksek mevkilere tâyin etti. Devletin askerî ve mülkî bütün kuvvet ve
selâhiyetlerini elinde topladı. Emri altında mükemmel bir hassa (kapıkulu)
ordusu meydana getirdi. Savaşlarda bu hassa ordusundan başka, ıktalardan gelen
asker ve göçebe (Türkmen-Moğol) ücretli askerlerinden faydalanırdı.
Hayâtı savaş içinde
geçmekle berâber, Kâdı Burhâneddîn memlekette bir îmâr seferberliği de
başlattı. Fethettiği şehirleri mescit, medrese, çeşme, zâviye, imâret, köprü
vb. eserlerle süsledi. Turhal, Amasya, Tokat, Erzincan, Niksar ve Kırşehir
hudut bölgelerinde yaptırdığı kaleler ile memleketinin güvenliğini ve yolların
emniyetini sağladı. Ticâreti ve ticâret erbâbını himâye ederek ülkedeki
iktisâdî hayâtı dâimâ canlı tuttu. Kayseri Şeyh Müeyyed Çeşmesi, Zile
Medresesi, Turhal, Tokat ve Amasya kaleleri bu devletten günümüze kadar gelen
başlıca eserlerdir.
DULKADİROĞULLARI
On dördüncü asırdan 16. asrın ilk yarılarına kadar Anadolu
târihinde mühim rol oynayan Oğuzların Bozok koluna bağlı bir Türkmen hânedânı.
Anadolu’ya Hasan Dulkadir adlı bir beyin idâresinde gelen ve Dulkadirli
Beyliğinin çekirdeğini meydana getiren bu ilk grubun Maraş ve Elbistan
arasındaki yaylalık bölgeye yerleştikleri ve daha sonra geniş bir alana
yayıldıkları anlaşılmaktadır.
Beyliğin kurucusu Zeyneddîn Karaca Bey, Eratna Beyin
elinden Elbistan’ı aldıktan sonra Memlûk Sultânı Melik Nâsır Muhammed’den
nâiplik menşurunu almaya muvaffak oldu. Karaca Bey zaman zaman Memlûk
sultanlarına itâat etti ise de, bâzan onlara cephe alarak Halep şehrini tehdid
etti. Bu arada Çukurova’daki Sis Ermenilerine ağır darbeler indirdi. 1346’da
Gabon Kalesini ele geçirdi. Bu başarılarına güvenen Karaca Bey, Melik üz-Zâhir
ünvânıyle 1348 yılında hükümdârlığını îlân etti. Ancak Memlûk Devletine isyân
eden Halep Vâlisi Bayboğa’yı Sultan’a teslim etmemesi üzerine yakalanarak
1353’te Kâhire’de 83 yaşlarındayken öldürüldü. Orhan Gâzi ile çağdaştır.
Karaca Bey’den sonra oğlu Halil Bey, Memlûkler tarafından
Elbistan vâliliğine tâyin edildi. Halil Bey derhâl hudutlarını genişletmeye
girişti ve Maraş, Malatya, Harput ve Amik taraflarını ele geçirdi. Memlûk
Sultânı Berkuk, devamlı üzerine akın yapan Halil Beyi ortadan kaldırabilmek
için faaliyete geçti. Nihâyet 1386 yılında Halil Bey bir sûikast sonucu
öldürüldü. Halil Bey fevkalâde cesur ve kahraman bir beydi. Son derece cömert
olması sebebiyle halk tarafından çok sevilir ve sayılırdı. Onun ölümü ile
yerine küçük kardeşi Süli Bey geçti.
Süli Bey, Memlûklere karşı başarılı geçen akınlarda
bulundu. Sultan Berkuk onun emirliğini tasdik etmek zorunda kaldı. Fakat
1394’te Güney Doğu Anadolu’ya gelen Timur Hanı Suriye’nin fethine teşvik etti.
Bunun üzerine Sultan Berkuk onu yok etmeye karar verdi. Bu sebeple Memlûk
kuvvetleri 1396 Martında Süli’yi ağır bir bozguna uğrattılar. Bununla da
yetinmeyen Berkuk, bir suikast ile onu da öldürttü. Süli Beyin ölümü ile Halil
Beyin oğlu Nâsıreddîn Mehmed Bey beyliğin başına geçti.
Mehmed Bey Memlûk Devletiyle dost geçindi. Bu sırada Timur
Han Elbistan ve Malatya’yı almıştı. Timur’a tâzimlerini arz eden Mehmed Bey
daha sonra Osmanlı tahtına geçen Sultan Çelebi Mehmed’le de dost geçindi. Buna
mukâbil Ramazanoğulları ile Karamanoğullarına karşı devamlı savaştı. Memlûkler
bu hizmetine karşılık ona Kayseri şehrini bıraktılar. Mehmed Bey 1443’te yetmiş
yedi yaşında ölünceye kadar 45 yıl saltanat sürdü.
Mehmed Beyden sonra başa geçen oğlu Süleymân Bey,
Osmanlılar ve Memlüklere kız vermek sûretiyle akrabâlık kurdu ve bu devletlerle
olan dostluğunu sürdürerek beyliğinin varlığını korudu. 1454’te öldürüldü. Daha
sonra beyliğin başına geçen Melik Arslan, kendisine karşı olan kardeşi Şah
Budak’ın gönderdiği bir fedâî tarafından öldürüldü. Memlûk Sultânı Kayıt Bay’ın
Şah Budak’ı Dulkadirli Beyi tâyin etmesi Osmanlılarla aralarının bozulmasına
sebeb oldu. Çünkü Fâtih Sultan Mehmed Han, Süleymân Beyin oğlu Şahsuvar’ı bu
mevkiye getirmişti. Şah Budak Mısır’a kaçtı. Osmanlıların himâyesindeki
Şahsuvar Bey ise Memlûk ve Ramazanoğullarına karşı birçok başarılar kazandı ise
de, Zamantı Kalesindeyken Memlûk kuvvetleri tarafından esir alınarak Kâhire’ye
götürüldü ve orada öldürüldü (1472).
Memlûk Sultânı Dulkadirli Beyliğine yeniden Şah Budak’ı
gönderdi. Ancak bu defâ da Osmanlıların desteğini sağlayan Alâüddevle Bozkurt
Bey tarafından Beylikten uzaklaştırıldı. Şah Budak, 1492 yılında öldü.
Alâüddevle Osmanlılarla dost geçindi. Akkoyunluların elinden Diyarbakır’ı aldı.
Şah İsmâil ile mücâdeleye girişti ise de, 1507 yılında ağır bir yenilgiye
uğradı. Daha sonra Osmanlılara karşı da cephe aldı. Dulkadirliler üzerine
gönderilen Hadım Sinan Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu, Turna Dağı Savaşında
onu yenerek ele geçirdi ve dört oğluyla berâber öldürüldü. Alâüddevle’nin
yerine Şahsüvaroğlu Ali Bey tâyin edildi. Ali Bey, Yavuz Sultan Selim’in
yanında Mısır Harbine katıldı ve gösterdiği üstün gayretler üzerine pâdişâh
tarafından taltif edildi. Kânûnî döneminde Şam Vâlisi Canberdi Gazâlî İsyânında
Osmanlılara önemli hizmetlerde bulundu. Onun ölümü ile Dulkadirli toprakları
tamâmen Osmanlı Devletine katılarak bir beylerbeylik hâline getirildi.
Dulkadiroğullarının siyâsî durumları gözden geçirildiğinde,
Osmanlı ve Memlûk devletleri arasında bir tampon devlet durumunda oldukları
göze çarpar. Bu îtibârla kâh bu, kâh da öteki tarafa tâbi olmuşlardır. 1399
yılına kadar, 62 yıl Memlûklere tâbi iken, bu târihten îtibâren Osmanlılara
tâbi olmuşlardır. Arada bir Mısır nüfûzuna geçmekle birlikte, Osmanlı
tâbiyetinden çıkmamışlardır. Hattâ Osmanoğulları ile içli-dışlı akrabâ olmuşlar
ve pâdişâhların ana tarafından hânedânlarını teşkil etmişlerdir. Son yedi yıl
ise Osmanlı vâlisi durumunda geçmiştir. Dulkadiroğullarının en geniş
zamanlarında şimdiki Maraş,Kayseri, Elazığ, Ayıntap, Malatya ve Adıyaman
vilâyetlerine yayıldıkları görülmektedir.
Dulkadiroğullarından Alâüddevle
Bozkurt Bey, Maraş’ta Bektûtiye Câmii ve medresesiyle Kadirli, Bahçe, Antakya,
Anteb, Bozok, Andırın, Kırşehir ve Elbistan’da câmi, medrese, imâret, türbe ve
zâviye gibi eserler yaptırmıştır. Bundan başka Dulkadiroğullarından Nâsıreddîn
Mehmed Beye âit Kayseri’de Hatuniye Medresesi, Şahsuvaroğlu Ali Beyin Hacı
Bektaş nâhiyesinde Balım Sultan Türbesi, Ali Beyin oğlu Şahruh’un Sivas-Kayseri
yolu üzerindeki türbesi bilinen eserlerdendir.
ERETNA BEYLİĞİ
Orta Anadolu’da 14.
asırda kurulan bir Türk beyliği. Anadolu Selçuklu devleti yıkıldıktan sonra,
onun idâresindeki yerler İlhanlıların eline geçti ve Anadolu’daki topraklar
İlhanlılar tarafından gönderilen genel vâliler tarafından idâre edilmeye
başlandı. Bu vâlilerin en kudretlisi ve sonuncusu Emir Çoban’ın oğlu Timurtaş
idi.
Timurtaş vâli olarak
gönderildiği zaman, babasının nüfûzuna güvenerek, müstakil devlet olma
sevdâsına düştü. Ancak babası Emir Çoban büyük bir kuvvetle üzerine gelince bu
sevdâdan vazgeçti ve affedildi.
Timurtaş kardeşi Dımışk
Hoca’nın katli ve babasının Ebû Sâid Bahadır Han ile arasının açılması yüzünden
Anadolu’da fazla kalamayarak, 1328’de Türk-Memluk Sultânı Melik Nâsır
Muhammed’e ilticâ etti. Oraya giderken kayınbirâderi Eretna’yı vekil olarak
bıraktı. Eretna da Ebû Sâid’ e bağlılığını bildirip, Timurtaş’ın yerine
gönderilen Büyük Şeyh Hasan’a itâat ederek mevkiini muhâfaza etti.
Ebû Sâid Bahadır Han’ın
1335’te evlâd bırakmadan ölmesi bâzı karışıklıklara yol açtı. Bu durumda
Eretna, Memluk Sultânına haber göndererek onun himâyesine girdi. Çobanîlerden
küçük Şeyh Hasan’ın üzerine gelen ordusunu Sivas, Erzincan arasında 1343’te
yenmesi Eretna’nın durumunu kuvvetlendirdi ve şöhretini arttırdı. Eretna’nın
hükmü altında; Sivas, Kayseri, Niğde, Tokat, Amasya, Erzincan, Doğu Karahisar,
Niksar, Canik, Develi, Karahisar şehir ve kasabaları bulunuyordu. Devletin merkezi
önceleri Sivas, sonraları ise Kayseri oldu.
Eretna; âlim,
hayırsever, ileri görüşlü, cesur bir zâttı. Dînine bağlı olup, ilim adamlarını
severdi. Âlimleri meclisine alır, onların karşılıklı konuşmalarını dinler ve
fikirlerinden faydalanırdı. Eretna’nın 1352’de Kayseri’de vefât etmesi,
Anadolu, Irak ve Suriye’de üzüntüyle karşılandı.
Eretna’nın yerine
emirlerin kararıyla küçük oğlu Gıyasüddîn MehmedBey hükümdar oldu. Ağabeyi
Câfer Bey isyan ettiyse de, yenilip Mısır’a kaçtı. MehmedBey çok genç olduğu için
devleti Vezir Ali Şah idâre ediyordu. Bir müddet sonra Vezir Ali Şah isyan etti
ise de, Memlûklardan yardım alan Mehmed Bey’e yenildi ve harpte öldü.
Mehmed Bey 1365’te
ölünce, yerine küçük yaştaki oğlu Alâeddîn Ali Bey geçti. Bunu fırsat bilen
Karamanoğlu Alâeddîn, Niğde ve Aksaray’ı işgâl etti. Sonra Kayseri’yi de alan
Karamanoğlu, Ali Beyi Sivas’a kaçırdı. Orada bir müddet hapiste kalıp sonra
kurtarılan Ali Bey, tekrar hükümdar oldu. On beş sene süren hükümdarlığı çok
silik geçen Ali Bey 1380 yılında tâundan öldü.
Ali Beyin ölümü üzerine,
yedi yaşındaki oğlu, İkinciMehmedBey hükümdâr îlân edildi. Şarkî Karahisar Beyi
Kılıç Arslan nâib oldu. Amasya emîri Hacı Şâdgeldi Paşa, idâreyi ele geçirmek
için Sivas üzerine yürüdü ise de, Kılıç Arslan’ın nâib olduğunu duyunca,
Amasya’ya çekildi. Kılıç Arslan’ın, Kâdı Burhaneddîn’i merkezden uzak tutmak
için Karahisar’a göndermek istemesi, aralarının açılmasına yol açtı. Kâdı
Burhaneddîn, bir süre sonra, Kılıç Arslan’ı ve onun amcası Keyhüsrev’i öldürdü
ve İkinci Mehmed’e nâib oldu. 1381 senesi Ocak ayında ikinci Mehmed’i de
bertaraf ederek, hükümdârlığını îlân etti. Böylece Eretna Devleti sona erdi.
Yarım asra yakın hüküm süren Eretna Devletine âit, Sivas, Tokat, Kayseri ve
havâlisinde bâzı eserler vardır.
RAMAZANOĞULLARI
Adana bölgesinde 1352 yılından 1608 yılına kadar hüküm
süren bir Türk beyliği. Oğuzların Yüregir boyuna mensup olan Ramazan Beyin
kurduğu beylik; 1383 yılına kadar Elbistan’ı, oranın Dulkadiroğullarına geçmesi
ile de Adana’yı merkez yapmıştır. Ramazanoğulları Beyliği 1352’den 1608’e kadar
256 yıl devâm etmekle berâber, son 92 yılı tam bir Osmanlı tâbiyeti hâlinde
geçmiş, hânedânın üyeleri Osmanlı sancakbeyi olarak vazîfe yapmışlardır.
Ramazanoğullarının mensup oldukları Üç Oklu Türkmenleri,
Moğol istilâsı sebebiyle, 13. yüzyılda Anadolu’ya kalabalık sayıda gelen
Türkmen kütleleri arasında bulunuyorlardı. Bu Türkmenler dâimî bir şekilde
Moğollarla mücâdele hâlinde idiler. Onlara itâat etmediklerinden dolayı
Anadolu’da da kesin bir iskân sahası bulamadılar. Bundan dolayı Suriye’ye inen
bu Türkmenleri Memlûk Sultânı Baybars, Antakya’dan Gazze’ye kadar uzanan
bölgeye yerleştirdi ve kendilerine dirlikler verdi. Böylece bu Türkmenler
Memlûk Devletinin en mühim yardımcı askerî kuvvetini teşkil ettiler. Bu
sâyededir ki, Sultan Baybars, Haçlılar ve Moğollar ile yapılan savaşlarda
parlak zaferler kazandığı gibi, Kilikya’daki Ermeni Krallığına da ağır darbeler
indirdi.
Netîcede Anadolu’da Moğol nüfûzunun yayılmaya başlamasından
ve bilhassa Ebû Saîd Bahadır Hanın ölümünden sonra Üçok Türkmenleri, Kilikya
üzerine akınlarını yoğunlaştırıp, elde edilen topraklara yerleşmeye başladılar.
Bu sırada Ramazanoğullarının başında Ramazan Bey bulunmaktaydı. 1344 yılından
îtibâren batıya doğru gelişen fetih hareketi Silifke’ye kadar uzadı ve 1360
yılında Memlûkluların da yardımı ile Adana ve Tarsus da ele geçirildi. Böylece
Ermenilerin elinde, merkezleri Sis olmak üzere birkaç kale kalmış oluyordu.
Ramazan Beyin ölümünden sonra yerine geçen oğlu İbrâhim
Bey, Çukurova’da Memlûk hâkimiyetini kırmak ve istiklâlini îlân etmek üzere
Karamanoğlu Alâaddîn Beyle itifak ederek, başkaldırdı. Bunun üzerine büyük bir
Memlûk ordusu, Türkmenlerin arâzisine girerek yağmalamaya başladı. Ancak Belen
Boğazında meydana gelen çarpışmada İbrâhim Bey idâresindeki Türkmen ordusu,
Memlûkleri ağır bir yenilgiye uğrattı. Bizzat kumandan Temür Bayın da esir
edildiği muhârebede Memlûklerden çok az kimse kurtuldu. Bu durum üzerine
Memlûklerin Haleb Vâlisi Yılboğa, Türkmenler üzerine yürüdü. Misis Kalesini ele
geçirdi. İbrâhim Bey, Sis’e çekilmek zorunda kaldı ise de, Sis vâlisi kendisini
yakalayıp Memlûklere teslim etti. Yılboğa, başta İbrâhim Bey olmak üzere
kardeşi Kara Mehmed’i, annesi ve diğer esirleri derhâl öldürttü. Emirlerinin
öldürülmesinden büyük üzüntü duyan Yüregirliler, Misis’e dönmekte olan
Yılboğa’ya, Saruca-Şam Geçidinde büyük bir baskın düzenlediler. Yılboğa’nın
gözünden yaralanıp ortadan kaybolması ile paniğe kapılan Memlûkler, kaçmaya
başladı. Bu durum Türkmenlerin işini kolaylaştırdı ve elverişli bölgelerde
Memlûklere üst üste baskın düzenlediler. Memlûkler Haleb’e ulaştıklarında ancak birkaç yüz kişi
kalmışlardı.
İbrâhim Beyin yerine kardeşi Ahmed Bey geçti. Ahmed Bey,
yerini sağlamlaştırıncaya kadar Melûklerle iyi geçinmeye gayret etti. Daha
sonra Memlûklu Sultânı Berkuk’un ölümü ile bu ülkede ortaya çıkan karışıklıklar
esnâsında durumunu kuvvetlendirdi. Bu sırada Haleb’i kuşatan meşhur Arap
kumandanı Nuayr’a karşı Memlûklerin yardımına koşan Ahmed Bey, Sultan Ferec’in
iltifâtına kavuştu. Kızını da Sultan Ferec’le evlendirerek Memlûklerle akraba
oldu. 1410 yılında Mısır’ı ziyâret etti. Böylece daha rahat hareket edebilme
imkânına kavuşan Ahmed Bey, 1415 yılında yedi ay süren bir kuşatma sonucunda
Tarsus’u Karamanoğullarından aldı. Ahmed Bey’in 1416 yılında ölmesi üzerine
yerine oğlu İbrâhim Bey geçti.
Ahmed Bey kaynaklarda cesur, heybetli, dirâyetli bir emir
olarak vasıflandırılmaktadır. Âlimlere hürmetli, fakirleri koruyan, iyiliksever
bir beydi. Onun ölümünden sonra Üçokların siyâsî ehemmiyeti gittikçe azaldı.
İkinci İbrâhim Bey, Karamanoğlu Mehmed Beyin dâmâdı
olmaktaydı. 1415-1417 yılları arasında Tarsus ve Adana havâlisinde tam bir
hâkimiyet tesis etmişse de Memlûklerle arasının açılması yüzünden Tarsus’u
kardeşi Hamza Beye bırakmak zorunda kaldı. Ancak Hamza Bey, Memlûk
kuvvetlerinin yardımıyla Adana’yı da ele geçirdi. İbrâhim Bey, 1427 yılında
Kahire’de öldürüldü. Hamza Beyin beyliğinin ne kadar sürdüğü ve nerede öldüğü
bilinmemektedir. Ancak onun da kardeşinin ölümünden sonra Memlûklerce
öldürtüldüğü tahmin olunmaktadır.
1427 yılında beyliğin başına Mehmed Bey getirildi. Fakat bu
târihte bölgede tam bir Memlûk hâkimiyeti kurulmuş olup, Sis, Adana ve Tarsus gibi
önemli merkezler Memlûk vâlilerince idâre edilmeye başlandı. Bu dönemde
Ramazanoğulları beylerinden sırasıyla Eylûk Bey, Dündar Bey ve Ömer Bey
sembolik olarak beyliğin başında bulundu.
Ömer Beyden sonra beyliğin başına, 1480 senesinde Halep’te
öldürülen Dâvûd Beyin oğlu Gıyâseddîn Halil Bey geçti ve otuz sene gibi uzun
bir zaman hüküm sürdü. Hattâ, Osmanlıların
çukurova bölgesinde hâkimiyetlerini kabul ettikten sonra, bu devletle iyi
geçinmeyi, beyliğinin geleceği bakımından daha faydalı gördü. Osmanlılarla olan
bu dostluğu, Ramazanoğulları Beyliğinin Memlûk Devletiyle bağlantılarını iyice
zayıflattı. Uzun süren saltanatı sırasında, bölgede barışın sağlanması için
büyük dikkat sarfeden Halil Bey; âlimlere hürmet eden, cömert, fakir-fukarâyı
koruyup gözeten bir beydi. Tebaası tarafından çok sevildiği için, hizmetleri
sebebiyle kendisine, dîne yardım eden mânâsına gelen “Gıyâseddîn” lakabı
verildi. Ramazanlı ülkesi en çok bu bey zamânında îmâr görmüş, câmiler,
medreseler, saraylar, hanlar ve çeşmelerle ülkenin dört bir yanı tezyin
edilmişti. Halil Bey, mezâr kitâbesinden anlaşıldığına göre 1511 senesinde
vefât etmiştir.
Halil Beyin vefâtından sonra, yerine kardeşi Mahmûd Bey
geçti. Mahmûd Bey de, OsmanlıDevletine yaklaşmak ve Memlûklerle olan
yakınlığını azaltmak sûretiyle ağabeyi Halil Beyin siyâsetini devâm ettirdi.
Ancak Memlûkler, Mahmûd Beyi beylikten azlederek, yerine kardeşinin oğlu Selim
Beyi tâyin ettiler. Bu durum üzerine Mahmûd Bey, İstanbul’a gelerek Yavuz
Sultan Selim Hana tâbiyetini arz etti. Mahmûd Beye büyük îtibâr gösteren
OsmanlıSultânı Yavuz SultanSelim Han, iki yüz bin akçelik bir dirlik verdi.
Ayrıca seferde kendisine refâkat etmek imtiyâzını da bahşetti. Böylece Mahmûd
Bey, sultandan başka kimseye tâbi olmayacaktı.
1516 senesinde Osmanlı ordusu, Mısır Seferine çıktığı
zaman, Mahmûd Bey de pâdişâhın yanında bulunuyordu. Ordu Haleb’e geldiği zaman,
Mahmud Beye bağlı Ramazanlı kuvvetleri Osmanlı sultânının ordusuna katıldılar.
RidâniyeSavaşı sırasında Memlûk Sultanı Tomanbay ve üç yüz seçme silâhşörün,
pâdişâhı öldürmek için otağ-ı hümâyûna baskında bulundukları sırada, Sadrâzam
Sinan Paşanın yanı sıra, Ramazanoğlu Mahmûd Bey de öldürüldü. Mahmûd Beyin
nâşını Haleb’e gönderen Yavuz Sultan Selim Han, Ramazanoğulları Beyliğinin
başına Halil Beyin oğlu Kubad Beyi tâyin etti (1517).
Ancak bu târihten îtibâren Ramazanoğulları beyleri bir
Osmanlı sancakbeyi olarak hüküm sürdüler. Bundan sonra hânedândan mühim Osmanlı
devlet adamları yetişti.
Ramazanoğulları Beyliğinin teşkilâtı hakkında kesin
delillere dayalı bir bilgi yoktur. Ancak Dulkadırlılarda olduğu gibi Oğuz
geleneklerine, yâni töre esâsına dayanmış oldukları görülmektedir. Kendilerine
âit olarak para bastırmamışlardır. Halil Beyden önceki Ramazan Beylerine âit
câmi, medrese ve hamam gibi eserlere rastlanmamıştır. Halil Bey ve bilhassa
Osmanlı sancakbeyi olan, hattâ daha sonra paşalık rütbesine yükseltilerek Halep
ve Şam beylerbeyliklerinde bulunan oğlu Pîrî Paşanın Adana’da câmi, medrese,
han ve hamam olmak üzere birçok hayır eserleri mevcuttur. Ramazanoğulları
zamânında Çukurova, hac yolunun geçtiği mühim bir bölge hâline gelmişti.
Osmanlı Devletinin yükselişiyle birlikte bu yolun önemi daha da artmıştır. Bu
durumun bölgenin iktisâdî hayâtına önemli ölçüde tesir ettiği anlaşılmaktadır.
TEKEOĞULLARI
1321-1423 yılları arasında merkezi
Antalya olan Teke-elinde, Hamidoğulları beyliğinin bir kolu olarak hüküm süren
bir Türkmen hânedanı. Hamidoğlu Dündar Beyin Antalya’yı fethettikten sonra idâresini
Yunus Beye bırakmasıyla Tekeoğulları Beyliği kurulmuş oldu (1321). Saltanatı
çok kısa süren Yunus Bey döneminde Anadolu’da Moğol vâlilerinin nüfuzları devam
ediyordu. Bu sebeple Yunus Bey, saltanatını onlara bağlı olarak devam ettirdi.
Yunuz Beyin ölümü üzerine yerine oğlu
Mahmûd Bey geçti. Mahmûd Bey, kardeşi Sinânüddîn Hızır Beyle Korkudeli
emiriydi. Bu dönemde Anadolu beylikleri arasında İlhanlılara karşı genel bir
hoşnutsuzluk vardı. Bu sebeple 1324’te İlhanlıların Anadolu umûmî vâlisi
Timurtaş, Hamidoğlu Dündar Beyin üzerine yürüyerek onu Antalya’ya kaçırdı.
Ancak Timurtaş’ın düşmanlığını üzerine çekmek istemeyen Mahmûd Bey, amcasını
İlhanlı vâlisine teslim ederek ölümüne sebep oldu. Daha sonra İlhanlı genel
vâlisi Timurtaş’ın görevinden alınmasıyla, onunla birlikte Mısır’a kaçan Mahmûd
Bey orada hapse atıldı (1327). Bu durum üzerine Korkudeli Emîri Sinânüddîn
Hızır Bey, kardeşi Mahmûd Beyin yerine geçti.
Hızır Bey ve ondan sonra tahta çıkan
Dadı Bey devri hakkında kaynaklarda fazla bir bilgiye rastlanmamaktadır.
Dadı Beyden sonra tahta çıkan ve
Zincirkıran lakabıyla tanınan oğlu Mübârizüddîn Mehmed Bey döneminde Kıbrıs
Kralı Pierre de Lusignan-I, 114 parçadan müteşekkil kuvvetli bir filoyla
gelerek Antalya şehrini işgal etti (24 Ağustos 1361). Bundan sonra Karamanoğlu
Alâeddin Ali Bey ve Alaiye Beyiyle ittifak eden Mehmed Bey Kıbrıslılarla
amansız bir mücâdeleye girişti. Daha sonra Memluk sultanlığından da yardımlar
alan Mehmed Bey 1373’te çok şiddetli geçen bir savaştan sonra kaleyi almaya
muvaffak oldu. Mehmed Bey, Antalya’yı zaptetmenin şükrânesi olarak Selçuklulardan
Sultan Alâeddîn Keykubat’ın yaptırmış olduğu Yivli Minâreli Câmiyi yeniden
tâmir ve ihyâ ettirdi. Mübârizüddîn Mehmed Beyin ölümünden sonra yerine oğlu
Osman Çelebi geçti. Bu beyin zamânında Osmanlı Sultanı Yıldırım Bâyezîd Han,
1390’da zaptettiği Antalya’yı bütün Teke-eliyle berâber oğlu Îsâ Çelebi’ye
sancak olarak verdi.
Ankara Meydan Muhârebesinden (1402)
sonra Antalya hâricinde beyliğinin bütün topraklarını ele geçiren Osman Bey
Korkudeli’ni merkez olarak seçti. 1423’te Osmanlı tahtındaki saltanat
değişikliğinden istifâdeyle Karamanoğlu İkinci Mehmed Beyle ittifak ederek
Antalya’yı almak istedi. Ancak bu ittifakı haber alan Osmanlıların
Teke-Karahisarı’ndaki subaşısı Firuz Bey, oğlu Hamza Bey, Korkudeli’ne âni bir
baskın yaparak Osman Beyi öldürdü.
Osman Çelebi’nin ölümüyle,
Tekeoğulları Beyliği sona erdi ve arâzileri bütünüyle Osmanlılar eline geçti.
Sultan İkinci Murâd, Hamza Beye Anadolu Beylerbeyliğiyle birlikte Teke-eli
Sancağını mükâfat olarak verdi.
Tekeoğulları Beyliğinin arâzisi
küçükse de Antalya limanı gibi önemli bir ticâret merkezine sâhipti. Bilhassa
19. asrın ilk yarısında, Göller Bölgesinin halı, kilim, astarlık dokuma ve
pamuklu gibi eşyâları buradan ihraç edilmekte ve bundan Tekeoğulları büyük
gelir sağlamaktaydı. Şehâbeddîn el-Ömerî, 1332’de Hızır Beyin 8000 atlı askerle
12 şehir ve 25 kaleye sâhip bulunduğunu yazmaktadır. Bunun yanısıra
Tekeoğullarının mevkileri îtibâriyle küçük çapta bir donanmaya sâhip oldukları
tahmin olunmaktaysa da faaliyetleri hakkında bir bilgi yoktur.
AYDINOĞULLARI
On dördüncü asır başında
Aydın ve çevresinde kurulan Türk beyliği.
Germiyan ordusu subaşısı
Aydınoğlu Mübarizüddin Mehmed Bey kurmuştur. Germiyanoğlu Birinci Yakub
Bey tarafından Aydın ve çevresini fethetmekle görevlendirilen Mehmed Bey,
öncelikle Sasa Beyin elindeki Tire, Ayasluğ (Selçuk) ve Birgi’yi ele geçirdi.
Bu çarpışmalar sırasında Sasa Bey öldürüldü (1307). Bundan sonra Birgi’yi
kendisine merkez seçerek beyliğini ilan eden Mehmed Bey, gaza harekatına devam
etti. 1310’da Müslüman İzmir’i 1328’de gavur İzmir’i ele geçirdi.
Mehmed Bey bundan sonra ortaçağ İslam-Türk geleneğine uyarak, ülkesinin
idaresini beş oğlu arasında pay etti. Kendisi hükümdar sıfatı ile Birgi’de
oturdu. Ayasluğ’da kurduğu tersane ile güçlü bir donanma meydana getirdi. İzmir
valisi tayin ettiği oğlu Umur Bey, bu donanmayla Sakız, Ağrıboz, Bozcaada, Mora
ve Rumeli kıyılarına akınlar düzenledi.
Aydınoğlu Mehmed Beyin
1334’te bir av sırasında attan düşerek hastalanması ve ölümü üzerine yerine
kardeşlerinin de ittifakiyle Gazi Umur Bey geçti. Umur Bey 14 yıllık beyliğinde
devlet merkezi Birgi’de ancak üç gün oturabilmiş, bütün saltanatı savaşlarla
geçmiştir. Umur Beyin devri Aydınoğullarının en parlak devri olmuştur.
Saruhanoğlu Süleyman Beyle beraber giriştiği Yunanistan ve Mora seferlerinden
pek çok esir ve ganimetlerle döndü (1335).
Bizans şehri olan
Alaşehir (Philadelfia), yarım asra yakın zaman Türk taarruzlarına karşı
koymuştu. Zor durumda kaldıklarında kaleyi kuşatanlara cizye ve haraç veriyorlardı.
Bu şehri almayı muhakkak arzu eden Umur Bey, 1335 yılında, yaralı
olmasına rağmen şehri kuşattı ve kısa sürede fethetti. Bizans İmparatoru ile
dostça geçinen Umur Bey, adalardaki isyanların bastırılmasında imparatora
yardım etti. Nitekim 1336 yılında Bizans İmparatoru, Umur Beyle bir dostluk
antlaşması yaparak, Sakız Adasını Aydınoğullarına bıraktı. Bizans’la olan
anlaşmasına sadık kalan Umur Bey de onlara gerektiğinde yardımda bulundu.
Gazi Umur Bey, 1338-1339
yıllarında yanında kardeşi Hızır Bey de olduğu halde Adalar denizi ve
Yunanistan’a seferler düzenledi. Daha sonra Karadeniz’e geçerek Kili ve Eflak
seferlerini gerçekleştirdi (1340). Umur Bey bu son sefere üç yüz gemi ile
çıktı. Güçlü bir donanmaya sahib olduğundan Girit ve Kıbrıs üzerine olan
akınlarını yoğunlaştırdı ve muvaffakiyetleri her tarafa yayıldı.
Özellikle bu seferler
sonunda Latinlerin yakın doğudaki menfaatleri tamamen yok olduğundan, Papa,
Aydınoğulları üzerine yeni bir Haçlı seferi düzenlenmesini teşvik etti. Bu defa
1344-45 yıllarında Kıbrıs, Cenova, Venedik ve Rodos gemilerinden teşekkül etmiş
olan Haçlı donanması ansızın ve büyük bir baskınla sahil İzmir’i aldı. Ancak
Haçlılar yukarı İzmir’i elinde tutan Umur Beyin şiddetli ve devamlı
taarruzlarıyla karşılaştıklarından, kesin neticeye ulaşamadılar. Sonunda
antlaşma yapmağa karar verdiler. Fakat, bazı müttefiklerin antlaşmaya
yanaşmaması üzerine, Papa bu antlaşmayı onaylamadı. Antlaşmayla bir sonuca
varamayacağını bilen Umur Bey, Sahil İzmir’ini almak için bütün gücüyle silaha
sarıldı ve burayı var kuvvetiyle kuşattı ve bu esnada ön saflarda kahramanca
döğüşürken şehid düştü. Manevi güçleri sarsılan Aydınoğulları, İzmir üzerine
yapılan bu kurtarma teşebbüsünden sonuç alamadılar.
Gazi Umur Beyin şehid
düşmesinden sonra, yerine büyük kardeşi Hızır Bey geçti. Hızır Bey, Umur Beyin
yerini dolduracak bir kimse olmadığından, Haçlılara karşı mukavemet gösteremedi
ve ağır şartlarla, bir antlaşma imzaladı (1348). Bu antlaşma Aydınoğullarının
faaliyetlerini durdurmuş ve beyliğin çökmesine sebeb olmuştur.
Hızır Bey devlet
merkezini Selçuk’a nakletti ve kendisinden sonra başa geçen kardeşi İsa
Bey de burada saltanat sürdü.
İsa Bey zamanında,
Osmanoğullarının Anadolu birliğini kurma ve genişleme siyasetine Aydınoğulları
karşı çıkmışlardır. Bu sebeple 1389’da Kosova Savaşında Birinci Murad Hanın
şehid olmasından faydalanmak istemişlerdir. Karamanlılar başta olmak üzere,
diğer bazı beyliklerle ittifak yapmışlar, Osmanlıların aleyhinde
bulunmuşlardır. Fakat yeni padişah Yıldırım Bayezid, Rumeli işini yoluna
koyduktan sonra, ilk iş olarak Anadolu yakasından tehlikeleri ortadan
kaldırmaya çalışmıştır. Bayezid, Alaşehir’i almış, Aydın taraflarına inmiş,
mukavemet görmeksizin Aydıneli’ni almış ve İsa Bey teslim olmuştur. Yıldırım
Bayezid de İsa Beyin karşı koymadan ülkesini teslim etmesine mükafat olarak
kendisini İzmir ve civarının müstakil emiri tanımış ve İsa Beyin kızı Hafsa
Hatun ile evlenerek aradaki bağı kuvvetlendirmiştir. Yıldırım Bayezid, bir
müddet sonra İsa Beyi İznik’te ikamete mecbur etmiş, böylece Aydınoğulları
Beyliğini kesin olarak Osmanlılara bağlamıştır.
Ankara savaşında (1402)
Yıldırım Bayezid’in Timur’a mağlup ve esir düşmesinden sonra Aydınoğulları
Beyliği tekrar canlandı. Ancak bu sırada İsa Bey ölmüştü. Bu itibarla
Aydınoğullarının başına Timur Hanın emriyle, oğlu Musa Bey geçti. Ertesi yıl
Musa Beyin vefatı üzerine yerine İkinci Umur Bey geçti (1403). Fakat Aydınoğlu
İbrahim Bahadır Beyin oğlu ve İzmir Valisi Cüneyd Bey buna karşı çıkarak,
saltanat iddiasında bulundu. İkinci Umur Beyin üzerine yürüyerek Ayasluğ’u
zabteden Cüneyd Bey, Umur’un 1405’te ölümüyle de Aydınoğulları topraklarına
tek başına, 1425’e kadar bazı fasılalarla hakim oldu. Cüneyd Bey,
yerini sağlamlaştırmak için Osmanoğulları arasındaki taht kavgalarına karışıp,
her defasında şehzadelerden birini tutarak zaman zaman kendisine müttefik
bulmak ve mevcut ittifaklara katılmak yolunu tuttu. Birçok kereler
başarısızlığa uğramasına rağmen, kendini bağışlatmayı bildi. Her seferinde yeni
vazifeler almaya muvaffak oldu. İkinci Murad Han zamanında rahat durmayan
Cüneyd Bey, sıkışınca Sisam adası karşısındaki İpsili kalesine sığındı. Ancak
Karamanlılardan umduğu yardımı göremeyince, teslim oldu ve öldürüldü. Böylece
Aydınoğulları toprakları tamamiyle Osmanlıların hakimiyeti altına
girdi (1425).
Aydınoğulları, hakimiyetleri altında
bulunan Birgi, Tire, Aydın ve Selçuk’u cami, medrese, han ve hamam gibi
eserlerle süslemişlerdir. Aydınoğulları mimarisinde Anadolu Selçuklu san’atının
etkisi görülmektedir. Aydınoğulları beyliğinin en önemli eseri, Selçuk’taki İsa
Bey Camiidir. Mimar Ali bin Dımışki’nin inşa ettiği cami, Şam’daki
Ümeyye Camiinin temel özelliklerini taşıdığı gibi, yenilikler de bulunmaktadır.
Diğer önemli eserler, Birgi’de Aydınoğlu Mehmed Bey Camii (Ulu Camii) ve
türbesi, Karahasan Camii, Sultanşah türbesidir.
Aydınoğulları kültür
bakımından da büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Tezkiretü’l-Evliya,
Araisü’l-Mecalis adlı Peygamberler tarihi, Süheyl ü Nevbahar ile Hüsrev ü Şirin tercümesi gibi pekçok
dil yadigarı, ilme değer veren Aydınoğulları sayesinde yazılmış ve
bunlardan bazıları günümüze kadar gelmiştir.
Aydınoğulları Latinlerle
yaptıkları ticaret dolayısıyla yabancı sikke kullandıkları gibi, İslami
sikkeleri de vardır. Bundan başka Birinci Umur Beyin bakır sikkeleri ile İsa ve
oğlu Musa beylerin ve Cüneyd Beyin gümüş sikkeleri bulunmaktadır. Aydınoğulları
beyliğinin devlet teşkilatı diğer Anadolu beyliklerine benzemektedir.
TÂCEDDÎNOĞULLARI
Türkiye Selçuklu Devletinin
zayıflaması üzerine Karadeniz kıyısında Bafra ile Ordu arasında, güneyde
Niksar’a kadar olan bölgede kurulan Türk beyliği. Merkezi Niksar olan Beyliğin
kurucusu Tâceddîn Beydir.
Tâceddîn Beyin babası Doğancık Bey,
Anadolu’da İlhanlı hâkimiyeti yıkılırken meydana gelen nüfuz mücâdeleleri
esnâsında Kürt ve Taşan beyleri ve Emir Eretna ile savaşmış kudretli bir
kimseydi. Niksar ve çevresini elinde bulunduran Doğancık’ın nüfûzu kuzeybatıda
Kastamonu Emîri Süleymân Şahın hudûduna kadar uzanıyordu. 1345 veya 1347
yılında öldüğü tahmin edilen Doğancık’ın yerine beyliğin asıl kurucusu Tâceddîn
Bey geçti.
Tâceddîn Bey, beyliğin başına geçtiği
ilk yıllarda Amasya Emîri Şadgeldi’ye tâbi oldu. Kâdı Burhâneddîn Ahmed’e karşı
ülkesini korudu. Trabzon Rum İmparatoru Üçüncü Aleksios, kendi hudutları
boyunca kuvvetlenen Türk beylerinden korkmaya başladı. Tâceddîn Bey, 1381’de
İmparator Aleksios’un kızı Eudokia ile evlendi. Ordu vilâyetindeki Türkmen
Emîri Hacı Emirzâde Süleymân Beyin ülkesine taarruz ettiyse de, yenilip
öldürüldü. Fırsattan istifâde eden Kâdı Burhâneddîn Niksar ve İskefser’i ele
geçirdi.
Ancak, Tâceddîn Beyin öldürülmesinden
sonra yerine geçen oğlu Mahmûd Bey (Mahmûd Çelebi), Kâdı Burhâneddîn’e bir
elçilik heyeti göndererek bağlılığını arz etti ve topraklarının tekrar
kendisine iâde edilmesini istedi. Bunun üzerine Kâdı Burhâneddîn Niksar ve
buraya tâbi yerleri tekrar Mahmûd Çelebi’ye verdi. Ancak bir müddet sonra
Mahmûd Çelebi, Kâdı Burhâneddîn’e karşı Osmanlılarla ittifak kurdu. Kâdı
Burhâneddîn ise Mahmûd Çelebi’ye karşı Tâceddînoğullarından Alparslan’ı
desteklemeye başladı. Alparslan, Kâdı Burhâneddîn’den aldığı kuvvetlerle beylik
içinde hâkim duruma gelince, güç duruma düşen Mahmûd Çelebi, bu durumdan
kurtulmak için, Kâdı Burhâneddîn’le anlaştı. Bu hâlden şüphelenen Alparslan,
Burhâneddîn Beyin düşmanı olan Eretna âilesine mensup Feridun Beyle münâsebet
kurdu. Bunu öğrenen Kâdı Burhâneddîn, onun üzerine yürüdü ve yapılan savaşta Alparslan
öldü (1394). Alparslan’ın, Hüsâmeddîn ve Mehmed Yavuz isimli iki oğlu,
babalarından kalan Samsun ve Çarşamba bölgesinde müştereken hâkimiyetlerini
devâm ettirdiler.
Alparslan’ın ölümünden sonra, Kâdı
Burhâneddîn’in hedefi, Tâceddînoğullarının topraklarını tamâmen ele geçirmekti.
Bunun için Tâceddînoğullarına âit Yenişehir Kalesi yanında bir kale yaptırarak,
içerisine, devamlı Mahmûd Bey üzerine sefere çıkan seçkin kuvvetler koydu.
Mahmûd Bey, bu kuvvetlere karşı meydan harbi veremediğinden, çete savaşlarıyla
bu hücumları savuşturmaya çalışıyordu. Kâdı Burhâneddîn, 1398 senesinde
Akkoyunlu hükümdârı Karayülük Osman Bey tarafından, Sivas önlerindeki
muhârebede öldürülmesi üzerine Mahmûd Bey; Bâyezîd Hanın Amasya, Tokat ve
Sivas’ı ele geçirmesinden sonra, Osmanlı Devleti hâkimiyetine girdi.
1402 Ankara Muhârebesinde Yıldırım
Bâyezîd’in yenilmesinden sonra, Alparslan’ın oğlu Hasan Bey, Tîmûr Hanın
himâyesinde bağımsız olarak Niksar ve bir kısım Canik topraklarında
Tâceddînoğulları Beyliğinin başına geçti ve Osmanlıların bu döneminde kendi
başına hareket etti. Bu arada İsfendiyâr Beyle anlaşarak topraklarını
genişletmeye çalıştı. Bu iki bey, Bafra ve Samsun üzerine iki koldan yürüdüler.
Yapılan savaşta Samsun beyini öldürerek, beyliğin büyük bir kısmına sâhip
oldular. Osmanlı Hükümdârı Çelebi Mehmed, tek başına devleti toparlayıp,
hâkimiyeti sağlayınca, İsfendiyâroğullarından Samsun’u geri aldı. Tâceddînoğlu
Hasan Beyle kardeşi Mehmed Bey, Çelebi Mehmed’le dostluklarından dolayı
yerlerinde kaldılar.
Hasan Bey, Sultan İkinci Murâd
devrine kadar beyliğini korudu. İkinci Murâd Han tahta geçtikten sonra,
Anadolu’nun bu bölgelerini ele geçirmek ve bölge vâlilerini ortadan kaldırmak
için Lala Yörgüç Paşayı vazîfelendirdi. Bunun üzerine Yörgüç Paşa, Hasan Beyi yakalamak
ve topraklarını ele geçirmek niyetiyle büyük bir düğün merâsimi düzenleyerek onu
ziyâfete çağırdı. Fakat bunu fark eden Hasan Bey, dâvete katılmayıp,
topraklarını Sultana teslim edeceğini bildirdi. Sözünün eri olan bu beye
nihâyet, 1427 senesinde Rumeli’de bir sancak verildi. Böylece, Tâceddînoğulları
Beyliği Osmanlılara geçmiş oldu.
Tâceddînoğullarına âit şimdiye kadar
hiçbir sikkeye rastlanmamıştır. Hasan Beyin Çarşamba’da bulunan, 1424 târihli
câmi ve vakfiyesi vardır. Buranın kitâbesinde kendisi; “Emîr-i kebîr,
Hüsâmüddevleti ved-dîn Hasan Bey bin el-Merhum Alparslan Bey
İbn-ül-Emîr-il-Mağfûr Tâceddîn” diye zikrolunmuştur. Tâceddînoğullarındancesûr ve atılgan bir zât olan Alparslan
Bey ise, fazîlet sâhibi ve edebiyâta düşkündü. Arapçayı çok iyi bilen bu bey,
nahivle meşgul olurdu.
SARUHANOĞULLARI
On dördüncü yüzyılın başlarında Manisa ve
çevresinde kurulan Türk beyliği. Aslen Harezmli olup, Türkiye Selçuklularının
hizmetine giren Saruhan Bey tarafından kurulmuştur.
Anadolu’nun Moğol istilâsına uğradığı ve Türkiye Selçuklu
Devletinin zayıflamaya mâruz kaldığı yıllarda sayısız Türkmen grupları Batı
Anadolu bölgesine gelerek, bu bölgelerdeki Bizans şehir ve kasabalarını ele geçirmeye
başladılar. Türkiye Selçuklu Sultânı İkinci Mes’ûd’un ümerâsından olan Saruhan
Bey de 1302’den îtibâren Uc’ta faâliyetlere giriştiği görülmektedir. Saruhan
Beyin 1305’te Manisa şehrini abluka altına alması ve kıyı ucunda faaliyetlerini
arttırması üzerine Bizans İmparatoru İkinci Andronikos Batı Anadolu’ya oğlu IX.
Mihâil’i gönderdi. Bu prens, Katalan kuvvetlerinin desteğiyle Manisa’ya kadar
geldiyse de, Saruhan Bey kuvvetlerine karşı duramayacağını anlayınca, kaleyi
sağlamlaştırıp sâhile çekildi. Katalanların bölgeyi terketmelerinden sonra,
Manisa’ya karşı hücumlarını arttıran Saruhan Bey, 1308 yılına kadar civâr
kasaba ve köyleri ele geçirdikten sonra, nihâyet 1313’te Türklerin Leşkeriş ili
dedikleri Manisa’yı fethetti. Manisa’nın fethine kardeşi çuğa Bey ile Ali Paşa
da katılmıştır.
Manisa’nın fethiyle burasını kendisine merkez yapan Saruhan
Bey, kardeşi Çuğa Beye Demirci ve yöresini, diğer kardeşi Ali Paşaya ise, Nif
(M.Kemâl Paşa)’in idâresini vermiştir. Bundan sonra, hudutlarını Ege Denizi
sâhiline kadar genişleten Saruhan Bey, denizciliğe de başladı. Donanma kurdu.
Manisa dâhil Adalar, Akhisar, Gördes, Göndük, Ilıca/Turgutlu, Kayacık,
Marmara/Zarhaniyet, Menemen, Güzelhisar ve Mendehorya’ya hâkim oldu. Saruhanlı
kuvvetleri, Foça’daki Rum ve Lâtinleri baskı altında tuttular. Foçalılar
Antlaşma istediler. Saruhan Bey, yıllık on beş bin gümüş akçe haraç vergi
karşılığı antlaşma yaptı.
Saruhanoğulları, doğuda Germiyan, kuzeyde Karesi, güneyde
Aydınoğulları beylikleriyle çevrildiğinden fetihleri sâhil istikâmetindeydi.
Ege adaları ve Balkanlara sefer yapmayı plânladı. Donanmayı kuvvetlendirip,
harp filosu kurdu. Saruhan Bey, 1334’te Aydınoğlu Umur Beyle ittifak edip, iki
yüz yetmiş gemiden meydana gelen müttefik Türk donanmasıyla Yunanistan’a
çıkartma yaptı. Bu seferde Saruhan donanmasına Saruhan Beyin oğlu Süleymân Bey
kumanda etti. Bu sırada Bizans’ın Foça Vâlisi Dominik isyân edip, Midilli’yi
işgâl etti. Dominik, Saruhanoğlu Şehzâde Süleymân ve bâzı adamlarını hîleyle
esir etti. Süleymân Bey, Bizans İmparatoru III. Andronikos Palailogos’un
vâsıtası ve Saruhanlı kuvvetlerin, Rum ve Lâtinlere baskısıyla kurtarıldı.
Saruhan Bey, Bizans İparatoru III. Andronikos’un 1341’de
ölümü üzerine, Gelibolu’ya çıkartma yaptı. Gelibolu’dan çok ganîmet aldı.
Bizans’ta taht mücâdelesi başlayınca, Kolonici Lâtinler İzmir’i aldılar.
Saruhan Beyin müttefiki Aydınoğlu Umur Bey, Bizans devlet adamı Kantakuzenos’un
imparatorluk mücâdelesinde yardım isteğine karşılık vermek üzere, Saruhanlı
topraklarından geçiş hakkı istedi. Saruhan Bey, Umur Beyden iki beylik arasındaki
hudut ihtilâflı toprakları vermesi şartıyla geçiş hakkı verdi. Saruhanlı
donanmasından bir filo da Süleymân Bey kumandasında Aydınoğlu Umur Beyin
donanmasına katıldı. Umur Bey, Rumeli’ye geçip, Kantakuzenos ile birleştiyse
de, Süleymân Bey, 1345’te Küçükçekmece civârında hummaya tutularak vefât etti.
Aynı sene Saruhan Beyin de vefâtı üzerine beyliğin başına
oğlu Fahreddîn İlyâs Bey geçti. Bizans İmparatoriçesi Anna, 1345’te
Kantakuzenos’a karşı İlyas Beyle bir ittifak antlaşması yaptı. İlyas Beyin vefât
târihi tespit edilemediğinden, kaç yıl beylik yaptığı bilinmemektedir.
Saruhanoğullarının üçüncü beyi, Muzafferüddîn İshâk Beydir.
İshâk Bey, îmâr faâliyetlerinde bulunup, 1380’de medrese,
Koyunköprüsü-Çapraslar mahallelerinde, birer çeşme ve iki hamam yaptırdı.
1388’de vefât edince, yerine oğlu Hızırşah geçti.
Hızırşah, Haçlılarla devamlı mücâdele eden Osmanlı
Devletiyle iyi münâsebetler kurdu. 1389 Kosova Meydan Muhârebesinde Osmanlılara
yardımcı kuvvet gönderdi. Hızırşah’ın beyliğini kardeşi Orhan Bey kabûl
etmeyerek, saltanat mücâdelesine girişti. Orhan Bey, Osmanlıların Anadolu
birliğine de karşı çıktı. Osmanlı Sultânı Birinci Bâyezîd Han, 1390’da
Manisa’yı alıp şehzâde sancağı yaptı. Saruhanoğlu Orhan Bey, 1402 Ankara
Harbinde Timur Hanın safında yer aldı. Saruhan askerleri Osmanlı ordusundan
ayrılıp, Orhan Beyin yanına gittiler. Saruhan Beyliği, Ankara Harbinden sonra
1402’de tekrar kuruldu. Timur Han, Orhan Beyi Saruhan Beyliğine getirdiyse de,
Hızırşâh, Saruhan Beyliğine tekrar hâkim oldu. Hızırşah, Osmanlıların Fetret
devrinde, Emir Süleymân’ın safını tuttu. Mehmed Çelebi, 1410’da kardeşi ve
müttefiklerini yendi. Hızırşâh, Manisa’da yakalanıp, cezâlandırıldı.
Saruhanoğulları toprakları Osmanlı hâkimiyetine geçip 1410’da beylik yıkıldı.
Saruhanoğulları, hüküm sürdükleri topraklar üzerinde birçok
îmâr faaliyetlerinde bulundular. Câmiler, medreseler, köprüler yaptırdılar.
Bunlar arasında bilhassa Saruhan Beyin Gediz üzerinde yaptırdığı köprüyle
Manisa’da bir mescit ve çeşmesi, Hızır Beye âit Manisa’da Ulu Câmi, Mevlevîhâne
ve medresesi dikkati çekmektedir.
Saruhanoğulları, Lâtinlerle ticârî
münâsebet kurduklarından, jigliati denilen Lâtin harfli, resimli gümüş sikke
kestirmişlerdir. İshâk, Hızırşâh ve Orhan Beylerin İslâmî sikkeleri de ele
geçmiştir. Saruhanoğulları donanmalarıyla faaliyette bulunarak pekçok ganîmet
malı elde ettikleri gibi, batı devletleriyle ticârî münâsebetlerde de
bulunmuşlardır. Saruhanoğulları, devirlerinde yazılan eserlerle de Türkçeye
büyük hizmet etmişlerdir. Yâkûb bin Devlethân’ın emriyle Nâsırüddîn Tûsî
tarafından on sekiz bâb üzerine tertip edilmiş olanBâhnâme Türkçe’ye çevrilmiştir.
HAMİDOĞULLARI
ısparta ve Eğridir
havâlisinde kurulan Türk beyliği. Türkiye Selçuklu Devleti, 13. asır sonlarında
iyice zaafa uğrayıp, İlhanlıların nüfûzu altına girdikten sonra batı
hududundaki Türk aşîretleri de kendi başlarının çâresine bakarak toplanmaya ve
bir idâre kurmaya başlamışlardı.
Aynı târihlerde Isparta,
Eğridir ve havâlisinde bulunan Hamid aşîreti de başlarında bulunan İlyas bin
Hamid Beyin oğlu Feleküddîn Dündar Beyin reisliği altında merkezleri Uluborlu
ve sonra eski adı Prostana olan Eğridir olmak üzere Hamidoğulları Beyliğini
kurdu. Beyliğin kuruluşu on üçüncü asrın son çeyreği içindedir. Hamid Bey ile
oğlu İlyas Bey Selçukîlerin uç beylerinden ve Selçuk emirlerinden idiler.
Feleküddîn Dündar Bey, kurduğu beyliğe büyük babası Hamid Beyin ismini verdi.
Faal bir emir olan
Dündar Bey, beyliğinin hududunu güneye doğru genişleterek Gölhisar, Korkuteli
ve Antalya’yı ele geçirdikten sonra, ülkesini Germiyan ve Denizli hudutlarına
kadar büyüttü. Eğridir’i pekçok eserlerle îmâr eden Feleküddîn Dündar Bey,
buraya kendi künyesine nisbetle Felekâbâd adını verdi. 1301 yılında Antalya’yı
fethettikten sonra buranın idâresini kardeşi Yûnus Beye havâle etti (Bkz.
Tekeoğulları Beyliği). 1314’te Anadolu’ya gelen İlhanlı Beylerbeyi Emir Çoban’a
itâat edenler arasında Dündar Bey de bulunuyordu. Hattâ Dündar Bey, İlhanlılara
sadâkatini göstermek üzere aynı senede “Sultan-ı âzam Gıyâsüddünyâ ve’d-Dîn
Hudâbende Mehmed” klişeli, İlhan Olcayto adına gümüş sikke kestirdi.
1316’da İlhan
Olcayto’nun vefâtı ve küçük yaştaki oğlu Ebû Saîd’in cülûsundan sonra ortaya
çıkan karışıklıklar esnâsında bu durumu fırsat bilen Dündâr Bey, istiklâlini
îlân ederek Sultan ünvânını aldı ve hudud komşuları beyler (Aydın, Saruhan,
Menteşe vs.) üzerinde Hâkimiyet tesis etti. Anadolu beyliklerinin İlhânilerin
merkezindeki zaaftan istifâde ile bağlılıklarını çözmeye başlamaları üzerine,
Anadolu İlhanlı vâlisi Tîmûrtaş, Konya’yı işgâl etti. 1324 senesinde Eşrefoğlu
Süleymân Beyi öldürttü ve arkasından Hamid iline yürüyerek Antalya’ya kaçan
Dündar Beyi de yakalayarak katlettirdi. Ancak çok geçmeden, İlhanlı hükümdârına
isyân eden Tîmûrtaş’ın üzerine kuvvet gönderilmesi ve Mısır’da yakalanarak
katledilmesi netîcesinde, Dündar Beyin üç oğlundan büyük oğlu Hızır Bey,
Hamideli idâresini eline aldı. Hızır Beyin ne kadar beylik yaptığı belli
değildir. Yaklaşık olarak 1330’da vefât etmiştir.
Seyyah İbn-i Battûta
1333 yılında Anadolu’yu gezerken Hamidoğulları Beyliğine de uğramış,
Gölhisar’da Dündar Beyin oğlu Mehmet ve Eğridir’de diğer oğlu Necmeddîn İshak
Beyin hükümdâr bulunduklarını bildirmiştir. İshak Beyin hangi târihte vefât
ettiği belli değildir.
İshak Beyden sonra
birâderi Mehmed Beyin oğlu Muzafferüddîn Mustafa Bey, onun ölümü ile de, oğlu
Hüsâmeddîn İlyas Bey Hamidoğulları Beyliğinin başına geçti. Hüsâmeddîn İlyas
Bey, komşusu olan Karamanoğlu Alâeddîn Bey ile yaptığı savaşı kaybederek
Germiyanoğlu Süleymân Şâha sığındı. Ondan aldığı yardımlarla kaybettiği yerlere
yeniden sâhib oldu. İlyas Beyin de vefât târihi belli değildir. İlyas Beyden
sonra yerine Kemâleddîn Hüseyin Bey geçti. Bu zâd da Karamanoğullarının
tecâvüzlerinden bıkarak, Eşrefoğullarından almış oldukları Beyşehri,
Seydişehri, Akşehir, Yalvaç ve Ş. Karaağaç’ı 1374’te 80 bin altın mukâbilinde
Osmanlı hükümdârı Sultan Birinci Murâd Hana sattı. Yine Kosova savaşına giden
Sultan Murâd’a, oğlu Mustafa idâresinde yardımcı kuvvet gönderdi. Okçulardan
müteşekkil bu kuvvet, muhârebe esnâsında Osmanlı ordusunun ön safında
bulunmuştur. Kemâleddîn Hüseyin Bey, 1391 yılında vefât etti. Hamidoğullarının
bu şûbesinin toprakları Osmanlılar ile Karamanoğulları tarafından paylaşıldı.
Hamidoğullarında devlet
işlerinin görüldüğü bir dîvân mevcuttu. Bu dîvânın, Türkiye Selçuklularınınkine
benzer şekilde olduğu anlaşılmaktadır. Hamidoğullarında beylik, eski Türk
geleneğine uyularak evlatlar arasında pay edilmekteydi.
Hamidoğullarından
Hüsâmeddîn İlyas Beyin Felekâbâd’da kesilmiş Hüsâmî ibâreli gümüş sikkesinden
başka hiç biririsinin sikkesi görülmemiştir.
Hamidoğulları
hükümdârları bilhassa Eğridir ve Burdur’da pekçok îmâr faaliyetlerinde
bulundular. Bunlardan Eğridir’de Hızır Bey Câmii, Burdur’da Mustafa Bey
Medresesi ve Şuhud kasabasında İbrâhim bin Hızır’a âit olan mescid en
önemlileridir.
GERMİYANOĞULLARI
Kütahya ve çevresinde hüküm sürmüş bir
Türk beyliği. Toprakları, doğuda Afyonkarahisar ve Denizli, batıda Gediz ve
Menderes vâdilerine kadar uzanırdı.
Germiyan, önceleri Türk aşîretlerinin
birinin adıyken, Anadolu Selçukluları Devletinin (1077-1307) son zamanlarında
1300 (H.700) yılında kurulan Germiyanoğulları Beyliğine de ad oldu. Germiyan
aşîretinin Anadolu’ya ne zaman geldiği belli değildir. On üçüncü yüzyılda
Malatya taraflarında, Anadolu Selçuklu Devletinin hizmetinde bulunuyorlardı.
Malatya’da otururlarken, Germiyan aşîretinin başındaki Alişiroğlu
Muzafferüddîn, Selçuklu Hükümdârı İkinci Gıyâseddîn Keyhüsrev (1236-1246)
zamânında, Baba İshak tarafından çıkarılan sapık Babaîler isyânını bastırmakla
vazîfelendirildi ise de, muvaffak olamadı. Yine bu âileden ve Selçuklu
beylerinden Kerimüddîn Alişir, Selçuklu şehzâdeleri arasındaki taht
mücâdelesine karıştığı için, Moğollar tarafından öldürüldü. Germiyanlılar, daha
sonra Moğolların baskısı yüzünden Kütahya tarafına göç ettiler. Buradayken
bağımsızlıkları için Anadolu Selçuklu Sultanı İkinci Gıyâseddîn Mes’ûd
(1282-1305) ile Moğollara karşı mücâdele verdiler.
Germiyanoğulları
Beyliğini kuran Kerîmüddîn Alişir’in oğlu Birinci Yâkub Bey, Anadolu Selçuklu
Devleti beylerinden iken, 14. yüzyılın başından îtibâren Selçuklulardan
ayrılıp, Moğollarla mücâdele edemeyeceğinden, onların hâkimiyetine girdi. Yâkub
Beyin idâresindeki Germiyanoğulları Beyliği, o zaman Anadolu’da kurulan
beyliklerin en kuvvetlilerinden olup, Bizanslılardan her yıl belli bir vergi ve
hediyeler alıyorlardı. Yâkub Beyin, Aydınoğlu Mehmed Bey kumandasında Ege
sâhillerine gönderdiği Germiyanlı ordusu, Bizanslılardan Ayasluğ (Selçuk) ve
Birgi’yi aldı ve bu yörede Aydınoğulları Beyliğini kurdu. Yâkub Bey, 1305’te
Menderes Irmağı kenarındaki Tripolis (Buldan kasabası doğusunda, Yenice
yakınında) şehrini alıp, 12.000 piyâde ve 8000 süvâri ile 1306’da Alaşehir’i
kuşattı. Bizanslılar İspanya’dan getirtmiş oldukları, Katalan birliklerini
Alaşehir’deki Türk kuvvetleri üzerine gönderince, Germiyanlılar kuşatmayı
kaldırdılar. Fakat şehir 1314 yılında Yâkub Bey tarafından alınıp, haraca
bağlandı. Rumlardan alınan cizye, Kütahya’da yaptırılan Vâcidiye Medresesinin
ihtiyâcına karşılık tutuldu. Yâkub Beyin 1340’ta vefâtı üzerine yerine oğlu
Mehmed Bey geçti. Bunun ilk zamanlarında Bizanslılar Katalanlar vâsıtasıyla
Kula ve Simav’ı Germiyanlardan aldılarsa da, Mehmed Bey buraları yeniden
topraklarına katmaya muvaffak oldu.
Mehmed Beyin vefât târihi kesin belli
olmayıp 1361 olarak tahmin olunmaktadır. Ölümünden sonra yerine Süleymân Şah
geçti. Süleymân Şahın hükümdârlığının ilk yılları durgun geçti. Karamanlılar
ile Hamidoğulları arasındaki mücâdelede; Hamidoğullarından (1301-1423) İlyas
Beyin tarafını tutması, Karamanlılar ile arasının açılmasına sebeb oldu.
Süleymân Şah, Karamanlıların baskısı karşısında, Hıristiyanlarla mücâdelede
büyük başarı sağlayan ve sınırlarını genişletmekte olan Osmanlılar ile anlaşmak
istedi. Germiyanlı İslâm âlimi İshak Fakih ve berâberindeki heyet, yüksek
hediyeler ile Osmanlı Hükümdârı Murâd Hüdâvendigâr Gâzi (1360-1389)nin huzûruna
gönderilip; Süleymân Şah kızını Osmanlı Şehzâdesi Bâyezîd’e vermeyi ve çehiz
olarak da, Kütahya ile berâber Simav, Eğriboz (Emed) ve Tavşanlı’yı Osmanlılara
teklif etti. Germiyanlıların teklifi kabul edilip, düğün yapıldı. Süleymân Şah
Kula kasabasına çekildi. Sultan Murâd Hüdâvendigâr’ın oğlu Şehzâde Bâyezîd de
Osmanlı sancağı hâline getirilen Kütahya şehrine geldi.
Süleymân Şahın 1387’de vefâtıyla
oğullarından Yâkub, Germiyanlı hükümdârı oldu. İkinci Yâkub Bey Osmanlıların
Haçlılarla yaptığı, 1389 Birinci Kosova Savaşı sonrasında Sultan Murâd Gâzi
şehid edilince fırsattan istifâde edip Osmanlılara bırakılan toprakları geri
almak istedi. Rumeli’deki durumu düzelttikten sonra Anadolu’ya geçen yeni
hükümdâr Yıldırım Bâyezîd Han (1389-1402), Kütahya taraflarına geldi. Kendisine karşı çıkan İkinci Yâkub Bey
ve Subaşı Hisar Beyi yakalatıp Rumeli’deki İpsala Kalesine hapsettirdi.
Germiyanoğulları topraklarını da Osmanlı ülkesine kattı (1390). İkinci Yâkub
Bey, İpsala Kalesinde dokuz yıl hapis kaldıktan sonra, 1399 yılında bir
fırsatını bulup kaçtı. Kıyâfet değiştirerek, deniz yoluyla Suriye’ye, oradan
da, Timurlular Devletinin (1370-1506) Sultanı Timur Hanın (1370-1405) yanına
ulaştı. Ankara Savaşında (1402) Osmanlılara karşı Timur Hanın safında savaştı.
Savaş sonunda Timur, eski Germiyanlı ülkesini İkinci Yâkub Beye verdi.
İkinci Yâkub Bey, Osmanlı şehzâdeleri arasındaki
taht mücâdelelerinde yeğeni İkinci Mehmed Çelebi tarafını tuttu. Bu yakınlığı
benimsemeyen Karamanoğlu Mehmed Bey, iki yıl üstüste düzenlediği seferler ile
Kütahya’yı zaptedip, Germiyan ülkesine sâhib oldu (1411). Karamanoğullarının
Germiyan ülkesine hâkimiyetleri iki buçuk yıl kadar sürdü. Osmanlı Sultânı
Çelebi Mehmed, Rumeli’de kardeşi Mûsâ’yı bertaraf ettikten sonra,
Karamanoğulları üzerine yürüyerek onları Konya’ya kadar sürdü. Çelebi Mehmed
böylece hâkim olduğu Germiyan topraklarını yine dostu ve müttefiki olan İkinci
Yâkub Beye devretti (1414).
Osmanlı Sultânı Çelebi Mehmed’in vefâtıyla yerine geçen
İkinci Murâd Hana (1421-1451) karşı, Karamanlılarla berâber Yâkub Bey de
Şehzâde Mustafa Bey tarafını tuttu. Mustafa Çelebi’nin, İkinci Murâd Hana
yenilip, İznik’te öldürülmesinden (1423) sonra, Yâkub Bey, Osmanlılarla dost
geçinmeyi tercih etti. 1428’de Osmanlıların pâyitahtı Edirne’ye bizzat giderek,
İkinci Murâd Han ile görüştü. Osmanlılardan çok hürmet görüp, oğlu olmadığı
için, ölümünden sonra ülkesini Sultan’a bıraktığını vasiyet edip, Kütahya’ya
döndü. 1429’da vefâtıyla Germiyanoğulları beyliği sona erip, toprakları,
Osmanlılara kaldı. Kütahya ve Afyonkarahisar sancak hâline getirildi. Kütahya
önce şehzâdeler, sonra da Anadolu beylerbeyliğinin merkezi olarak Osmanlılarca
teşkilâtlandırıldı.
Kültür ve Medeniyet
Germiyanoğullarının teşkilâtı hemen hemen
bütünüyle Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları teşkilâtının devâmı
hâlindeydi. Germiyan topluluğunun başında Alişir âilesi hâkimiyet kurmuştu ve
beylik merkezden idâre edilmekteydi. Hükümdârın sarayı yalnız sultânın
ikâmetine âit bir kuruluş olarak değil, aynı zamanda devletin idâre edildiği
yer olarak kullanılmaktaydı. Germiyanoğullarının bir dîvânı vardı ve bu dîvânda
emirler, vezirler, kâdılar ve nişancı bulunmaktaydı.
Germiyanoğullarında toprak sistemi, daha
sonra Osmanlılarda gelişmiş şekliyle görüleceği gibi timar, vakıf ve mülk
olarak tatbik edilmekteydi.
Germiyan beyliğinin kurucusu Birinci
Yâkub Bey devri (1300-1340), beyliğin en kuvvetli olduğu bir zamandı. Bu
devirde iktisat ve içtimâî hayatta buna paralel olarak ileriydi. Yâkub Beyin
hazîneleri, konaklarının mevcûdiyeti sosyal ve ekonomik hayâtı gösteren önemli
örneklerdendir. Bu devirde Germiyanlıların mükemmel bir ordusu olup, askerleri
tam techizatlıydı. Germiyan Beyliğine Bizanstan her yıl 100.000 dinar ve
kıymetli eşyâlar hediye olarak gelmekteydi.
Germiyanoğulları zamânında edebî ve ilmî faâliyet çok canlı
bir durumdaydı. Şeyhoğlu Mustafa, Şeyhî Sinan, Ahmedî ve Ahmed-i Dâî gibi
müellifler dil ve fikir sâhasında pekçok eser vermişlerdir. Bunların yanısıra
Molla Abdülvâcid ve İshak Fakih gibi ilim adamları da yetişmiştir.
Germiyanoğulları zamânında Kütahya’da ilmî tedrisât yapan Vâcidiye Medresesi,
İkinci Yâkub Bey Medresesi ve İshak Fakih Medresesi vardı. Vâcidiye
Medresesinde dînî ilimlerin yanında fen ve astronomi gibi ilimlerin de
okutulduğu anlaşılmaktadır. Germiyan Beyliğinde hizmet gören ilim ve fikir
adamları, Germiyan ilinin Osmanlılara geçmesi üzerine Osmanlılar tarafından da
himâye edilmişlerdir. Bunların ilmî ve edebî sâhada pekçok eserler vücuda
getirmeleri temin edilmiştir. Germiyan beyleri ilim ve fikir adamlarını
korumuşlar, onlara yüksek değer vererek ilmin ve fikrin gelişmesine hizmet
etmişlerdir.
Germiyan ülkesinde kültür ve sosyal
hayatla berâber ekonomi de yüksek bir seviyedeydi. “Germiyan kumaşları” adıyla
meşhur dokumalar bütün Anadolu’da tanınırdı. Denizli’nin “Ak alemli” kumaşından da hil’at ve üst elbisesi yapılırdı.
Germiyanlı sarıklık bezleri meşhur olup, Osmanlı sultanlarının başına sardığı
kavuklarda bile kullanılırdı. Çok dayanıklı atlar yetiştirirlerdi. Menderes
Irmağı vâsıtasıyla Ege Denizi limanlarına ticâret malları ve Kütahya şap mâdeni
naklederlerdi.
15 Nisan 2016 Cuma
CANDAROĞULLARI
On üçüncü asırda
Kastamonu, Sinop ve çevresinde kurulan bir beylik. Aslen Türkmen bir
âiledendirler. Beyliğin kurucusu ise Şemseddin Yaman Candar’dır.
On üçüncü asrın
sonlarında Selçuklu hükümdârı İkinci İzzeddîn Keykavus’un oğlu İkinci
Gıyâseddîn Mes’ûd’un birinci hükümdârlığı zamânında (1293-1298), bunun
kardeşlerinden olup memleket dışında bulunmakta olan Rükneddîn Kılıç Arslan bir
gemi ile Kırım’dan gelerek Sinop’a çıkmış ve oradan da Kastamonu’ya gelmiş ve
vâli tarafından hüsn-i kabul görmüştü (1291). Bu târihlerde Kastamonu
vâliliğinde Emir Çoban’ın oğlu Muzafferüddîn Yavlak Arslan bulunuyordu. Kılıç
Arslan, Yavlak Arslan’ı kendisine atabeğ yaparak hümükdârlığını ilân etti ve
Moğollarla birlikte üzerine gelmekte olan kardeşi Mes’ûd’un kuvvetlerini dağıttı
ise de, Mes’ûd’a yardıma gelmekte olan Şemseddîn Yaman Candar karşısında
bozguna uğradılar. Yavlak Arslan maktûl düştü. Bu durum üzerine Yavlak
Arslan’ın ıktaı (karşılığında asker beslemek şartıyla istifâdesine verilen
toprak) Kastamonu ve havâlisi, İlhan Geyhatu tarafından Şemseddîn Yaman
Candar’a verildi.
Şemseddîn Yaman’ın hangi
târihte vefât ettiği ve nereye defnedildiği belli değildir. En yakın ihtimâl
vefâtının 14. yüzyıl başlarında olmasıdır.
Şemseddîn Yaman
Candar’ın ölümü üzerine Kastamonu’nun eski sâhibi Yavlak Arslan’ın oğlu
Hüsâmeddin Mahmud Bey, derhal harekete geçerek Kastamonu’yu işgâl ettiğinden,
Şemseddîn Yaman Candar’ın oğlu Süleymân Paşa, Eflâni tarafına çekilerek orada
oturmaya mecbur olmuştu. Süleymân Paşa 1309’da Eflâni’den kalkarak âniden
Kastamonu üzerine baskın yapmış, Mahmud Beyi sarayında muhâsara ederek,
yakalayıp öldürdükten sonra burasını beyliğine merkez yapmıştır.
Süleymân Paşa 1335
yılına kadar İlhanlıların hâkimiyetini tanıdı. İlhanlı hükümdârı Ebû Saîd
Bahâdır Hanın ölümünden sonraki beş yılda ise müstakil olarak hükûmet sürdü.
Anadolu’da İlhanîlerin nüfûzu sarsılmaya başladığı sırada Süleymân Paşa
tedbirli hareket ederek İlhanîlerin vezîri Emir Çoban Anadolu’ya geldiği zaman
onu karşılamış ve sadâkatini arz eylemiş bu halden istifâde ile de hudûdunu
genişletmeye muvaffak olmuştu.
Süleymân Paşa,
Pervâneoğullarından Gâzi Çelebi zamânında Sinop’u kendi hâkimiyeti altına aldı
ve Gâzi Çelebi’nin 1322’de vefâtından sonra burasını doğrudan doğruya ilhâk
ederek idâresini büyük oğlu Giyâsüddîn İbrâhim Beye verdi. Bu arada Taraklı ve
Safranbolu’yu da beyliğine katan Süleymân Paşa kendi adına para da
bastırdı.
Süleymân Paşanın 1339’da
küçük oğlunu kendine veliaht yapmasını bahâne eden büyük oğlu İbrâhim, babasına
isyân ederek Kastamonu’yu zapt ile hükümdâr oldu. Süleymân Paşanın nasıl vefât
ettiği ve veliaht Çoban’ın âkibeti mâlûm değildir. İbn-i Battûta Süleymân
Paşanın 70 yaşında olduğunu beyân ettiğine göre, ölümünde 80 yaşında olması
muhtemeldir. İbn-i Battûta Süleymân Paşayı uzun sakallı, güler yüzlü, vakûr ve
heybetli olarak tavsif etmektedir. İbrâhim Beyin hükûmeti uzun sürmedi ve
1345’te vefât etti. Yerine amcası Emir Yâkub’un oğlu Âdil Bey geçti. Zamânı
hakkında fazla mâlûmât bulunmayan Âdil Bey, 1361 yılında ölünce, yerine Osmanlı
târihlerinde Kötürüm Bâyezîd diye anılan oğlu Celâleddîn Bâyezîd hükümdar
oldu.
Bâyezîd Bey, sert, haşin
ve acımasız bir zâd idi. O, kendisinden sonra oğlu İskender’i hükümdar yapmak
istiyordu. Diğer oğlu Süleymân Paşa bundan dolayı kardeşi İskender’i öldürüp,
Osmanlı hükümdârı Murad Hüdâvendigâr’ın yanına kaçarak onu babası aleyhine
tahrik etti. İkinci Süleymân Paşa, Osmanlı kuvvetleri ile Kastamonu’ya gelerek
babasını Sinop’a kaçırmış ve bu sûretle Beylik ikiye bölünüp Süleymân Paşa
Kastamonu Beyi olmuştur. Daha sonra Bâyezîd Bey, oğlunun, Osmanlılarla arasının
açılmasından istifâde ederek Kastamonu’ya hücum ile Süleyman’ı kaçırdı ise de,
Süleymân Paşa Osmanlıların yardımı ile burasını yeniden ele geçirdi (1384). Bu
son seferinde hastalanan Celâleddîn Bâyezîd Bey, 1385’te vefât ederek
Sinop’taki türbesine defnedildi. Yerine, Sinop Şûbesi hükümdârı olarak,
oğullarından İsfendiyâr Bey geçti. Bunun hükümdârlığı uzun sürdüğü için Candar
Beyleri Osmanlı târihlerinde İsfendiyaroğulları diye zikredilmiştir.
Osmanlıların himâyesinde
Kastamonu Beyi olan Süleymân Paşa, Birinci Kosova Muhârebesinde, yardımcı asker
yolladığı gibi, Yıldırım Bâyezîd’in Batı Anadolu beyleri üzerine yaptığı
seferde de kuvvet vermişti. Ancak beyliklerin ortadan kalkmasının sırası
kendisine geleceğini hisseden Süleymân Paşa, Osmanlılardan yüz çevirerek Sivas
hükümdârı Kâdı Burhâneddîn ile ittifak etmiş ve bu sûretle iki defâ Yıldırım
Bâyezîd’in elinden kurtulmaya muvaffak olmuştur. Nihâyet 1392 yılında sür’atle
Kastamonu’ya gelen Yıldırım Bâyezîd, Kâdı Burhâneddîn ile birleşmelerine meydan
vermeden Candaroğulları kuvvetlerini bozguna uğrattı. Süleymân Paşa öldürüldü.
Böylece Candar Beyliğinin Kastamonu şûbesi Osmanlıların eline geçti. Sinop
tarafına taarruz etmeyen Bâyezîd, İsfendiyar Bey ile anlaşarak Kıvrım yolunu
hudut kesti.
Ankara Muhârebesinden
sonra, Menteşeoğlu Mehmed Beyle berâber Tîmûr’a tâzimlerini arz eden İzzeddîn
İsfendiyâr Beye, Kastamonu da dâhil olmak üzere, bütün Candar Beyliği
devredildi. İsfendiyar Bey, Fetret Devrinde Îsâ ve Mûsâ Çelebilere mümkün
olduğu kadar yardımda bulundu. 1413 yılında ise Osmanlı tahtında hâkimiyeti ele
geçiren Çelebi Mehmed’in Eflak üzerine yaptığı seferlerde kendisinden yardım
isteğine karşılık oğlu Kâsım Bey kumandasında asker göndermekle mukâbelede
bulundu.
İsfendiyâr Bey, emri
altındaki bölgelerden, Çankırı, Kalecik ve Tosya’yı en çok sevdiği oğlu Hızır
Beye vermek istedi. Babasının bu icrâatına gücenen büyük oğlu Kasım Bey Eflak
seferinden dönüşte Kastamonu’ya gelmedi ve bu yerlerin Osmanlı himâyesinde
bulunmak şartıyla kendisine terk edilmesini istedi. Çelebi Mehmed, Kasım Beyin
bu arzusunu muvâfık bularak harekete geçti. Ancak İsfendiyar Beyin red cevâbı
karşısında, Kastamonu üzerine yürüyen Çelebi Mehmed, onu Sinop’a çekilmeye mecbûr
etti. Nihâyet Kastamonu ve Küre Candaroğullarında kalmak şartıyla diğer
bölgeler Osmanlılara terk edildi. Onlar da bu bölgeleri kendileri adına Kâsım
Beye verdiler.
İki beylik arasında uzun
bir süre devâm eden iyi ilişkiler, Çelebi Mehmed’in ölümü ve Osmanlı
Devletindeki iç karışıklıktan istifâde etmek isteyen İsfendiyâr Beyin, oğlu
Kâsım Beye taarruzu ile bozuldu. Kâsım Beyin elinden eski bölgelerini alan
İsfendiyar Bey, daha sonra Osmanlılara âit Safranbolu’yu muhâsara ettiyse de,
muhârebede mağlûb olarak yaralı hâlde Sinop’a kaçtı. Osmanlı kuvvetleri bakır
mâdeni ile meşhûr Küre’yi zabtettiler. Bu durum üzerine İsfendiyar Bey,
torununu (İbrahim Beyin kızını) İkinci Murâd’a vermek ve Bakır Küresi
hâsılâtının bir kısmını Osmanlılara terk ve lüzûmu hâlinde asker göndermek, bir
de Kâsım Beyin yerlerini iâde etmek sûretiyle sulh teklif ederek bu şartlarla
anlaşma imzâlandı (1424).
İsfendiyar Bey, yaşı
yetmişi geçmiş olduğu hâlde 1440 yılında vefât etti ve Sinop’daki türbesine
defnedildi. Yerine oğlu Tâceddîn İbrâhim Bey geçti ise de, üç buçuk yıl kadar
bir saltanat sürdü. 1443 Mayısı sonunda öldü.
İbrâhim Beyin yerine
büyük oğlu Kemâleddîn İsmâil Bey geçti. İsmâil Beye kardeşi Kızıl Ahmed Bey
muhâlefet ederek, Osmanlıların yanına gitti. Osmanlılar, Ahmed Beyin teşvikiyle
Mahmud Paşa komutasında Kastamonu üzerine asker sevk ettiler. İsmâil Bey
Sinop’a kaçarak müdâfaa hareketine girişti. Müdâfaadan bir netîce elde edemiyeceğini
anlayınca da hayâtına ve çocuklarına dokunulmayacağına dâir teminat alarak
kaleyi teslim eyledi (1461).
Fâtih Sultan Mehmed,
Sinop önünde orduya iltihak ederek, İsmâil Beyle görüştü ve ona akran muâmelesi
yaptı. Otağının kapısında karşıladı. İsmâil Bey el öpmek istediyse de, Fâtih
Sultan Mehmed kardeşim hitâbıyla boynuna sarılarak öptü.
Osmanlı pâdişahı, İsmâil
Beye başlangıçta İnegöl, Yenişehir ve Yarhisar taraflarını ve oğlu Hasan Beye
de Bolu sancağını vermişti. Fakat İsmâil Bey kendisine Rumeli’de bir yer
verilmesini ricâ edince Filibe’ye nakledildi. Hükümdârlığında olduğu gibi
Filibe’de de hayırlı vakıflar yaptı. 1479 târihinde orada vefât etti. İsmâil
Beyin yerine hükümdar olan Kızıl Ahmed Beyin saltanatı ise iki üç ay sürmüş ve
beylik tamâmiyle Osmanlıların eline geçmiştir.
Candaroğulları, Birinci
Süleymân Paşadan beyliğin son bulmasına kadar yaklaşık yüz altmış sene devâm
eden saltanatları zamânında, ilmî ve sosyal müesseselerle memleketlerini îmâr
etmişlerdir. Ayrıca ilim ve sanat adamlarını himâye ile kendi adlarına ithâf
edilen pekçok Türkçe eser yazdırmışlar, bu sûretle Türkçenin ilim dili olmasına
her bakımdan îtinâ göstermişlerdir.
Candaroğullarından
Celâleddîn Bâyezîd Beyin Araç kasabasında bir câmi, İsmâil Beyin Kastamonu,
Sinop ve beyliğin diğer merkezlerinde câmi, mescid, han, hamam, çeşme gibi
eserleri vardır. İsfendiyar Bey zamânında Kastamonu, Anadolu’daki ilim
merkezlerinden biri olmuştur. Daha sonra burada Sancakbeyliği etmiş olan
Osmanlı şehzâdeleri de Candaroğulları zamânındaki ilim ve edebiyât
cereyanlarını devâm ettirmişlerdir.
İlim ve fazîlet
sâhiplerini himâye eden, destekleyen ve dâimâ onlarla berâber olan
Candaroğulları hükümdârları adına yazılmış eserler arasında en önemlileri
şunlardır: Süleymân Paşa adına tasavvuftan Farsça İntihâb-ı Süleymâniye ismiyle Allâme
Şîrâzî’nin bir eseri; Celâleddîn Bâyezîd adına, Ebû Mihnef’ten tercüme edilen
üç bin beyitli Maktel-i
Hüseyin Mesnevîsi; İsfendiyâr Bey adına göz hastalıklarına dâir Sinoplu
hekim Mü’min bin Mukbil tarafından telif edilen Kitâb-ı Miftâh-ün-Nûr ve Hazâin-üs-Surûr; Hızır Bey adına
tercüme edilen Mîrâcnâme, Kâsım Bey adına yazılan
Ömer bin Ahmed’in kaleme aldığı on beş bâb üzerine kırâat-ı seb’aya dâir olan Risâle-i Münciye isimli Türkçe
tecvid kitabı.
Candarbeyliği iktisâdî
durum itibâriyle iyi bir mevkide bulunuyordu. On üç, on dört ve kısmen on
beşinci asırlarda pek ehemmiyetli olan Sinop ticâret limanı bu beyliğin elinde
bulunuyordu. Sinop vâsıtasıyla, Anadolu emtiasını ve kendi mallarını ihrâç
ettikleri gibi, Cenevizlilerin getirdikleri malları da içeri alıyorlardı. Bir
ara Samsun’u da elde eden Candaroğulları burada bir kalesi olan Cenevizlilerle
ticârî muâmelede bulundular. Kastamonu’nun en mühim ihrâç eşyâsı bakır ile
demirdi. Bilhassa birincisi pek önemli ve makbuldü. Bu ihrâcât dolayısıyla
beylik külliyetli gelir temin etmekteydi. Cenevizlilerle alış verişlerinde
Candaroğullarının çift balık resimli bakır sikkeleri görülmüştür. Candarbeyliği
zamânında Kastamonu atları meşhur ve Arab atları gibi şeceresi olup
yüksek fiatla satılırdı. Ayrıca dışarıya doğan ve şâhin gibi av kuşları ihrac
edilirdi.
Candarbeyliğinin Sinop
limanında tersânesi ve donanması olduğu mâlum ise de, bu donanmanın miktarına
ve faaliyetine dâir fazla bilgi yoktur. Pervâneoğullarından Gâzî Çelebiden
sonra, Candaroğullarına geçen Sinop’ta donanma faaliyetleri görüldü. Nitekim
Candarbeyliği donanmasının 1361’de Kefe’yi Cenevizliler’den almalarına ramak
kalmıştı. Osmanlılar zamânında da Candaroğullarından kalan Sinop tersânesinde
kadırgalar yapılmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)