site içi arama

31 Mart 2016 Perşembe

Yıldırım Bayezid'dan Timur'a Mektuplar 1402, Ankara

Okuma yazma bilmek her zaman işe yaramayabilir, hatta padişah bile olsa
bazen insanın başını derde sokup, hayatına bile mal olabilir! Nitekim okuma
yazma bilen ilk Osmanlı padişahı Yıldırım Bayezid'ın Timur'a yazdığı hakaret
mektupları nedeniyle canından olduğu tarihsel rivayetlerden biridir.
Yıldırım Bayezid ilklerin adamıdır; ilk okuma yazma bilen padişah olmasının
yanı sıra kardeş kanı döken, savaşta esir düşerek can veren ve İstanbul'u
kuşatan ilk Osmanlı padişahıdır.
Babası I. Murad, Kosova'da Haçlılara karşı kazandığı zaferden sonra savaş
meydanında hançerlenerek öldürülünce Sadrazam Çandarlı Ali Paşa'nın
yardımıyla kardeşi Yakub Çelebi'yi boğduran Yıldırım 28 Ağustos 1389'da
padişahlığını ilan etti. Gerçekten de kısa sürede Rumeli'deki Osmanlı
topraklarını Macaristan'a kadar genişletti, Anadolu'daki beyliklerin de bir
çoğuna son vererek egemenliğini Fırat'a kadar ulaştırdı. Böylece babasından
devraldığı toprakları üç misline çıkartırken Osmanlı'yı üçte ikisi Anadolu'da,
üçte biri de Rumeli'de büyük bir devlet haline getirdi.
1391'de İstanbul'u ilk kez kuşatan Yıldırım yedi ay süren kuşatmadan sonra
Bizans İmparatoru II. Manuel'le bir anlaşma imzalayarak onu haraca bağladı.
Ayrıca İstanbul'da bir Müslüman mahallesi kurulmasını, bu mahalledeki bir kilisenin camiye çevrilmesini ve kadı bulunmasını da kabul ettirdi.
Gerek Bizans'la yaptığı bu anlaşma, gerekse Rumeli'deki genişlemesi sırasında
yürüttüğü incelikli politikalar ve gerekse de 1394'de Kahire'deki Abbasi
halifesinden "Kayzer-i Rum" unvanını almayı düşünmesi Yıldırım'ın
diplomasinin dilinden oldukça iyi anladığını göstermektedir. Ama yine de
Timur'a karşı dilini yeterince tutamamasının kurbanı oldu.
Başında bulunduğu devletin toprakları arasına sıkışmış bir kent devleti
durumundaki İstanbul'u 1395'de ikinci kez kuşatan Yıldırım, bir Haçlı ordusu
Bizans'a yardıma gelmek üzere yola çıkınca kuşatmayı kaldırarak Rumeli'ye
geçti ve 25 Eylül 1396'da Niğbolu'da büyük bir zafer kazandı. Zaferinin tadım
çıkarmak ve yenilene eziyet etmek için Yıldırım korkunç bir yol bulmuştu; kellesi
vurulmak üzere belirlenen şövalyelerin içinden sadece ikisini kurtarma hakkı
tanıdığı düşman ordusunun komutanının önünden binlerce esire resmi geçit
yaptıracaktı.
Ve seçilen iki kişi dışında diğerlerinin hepsinin başları gövdelerinden ayrılacaktı.
Yendiği ordunun komutanına böylesine korkunç bir davranışı uygun görürken
bir gün kendisinin de yenilebileceği, savaşta esir düşebileceği herhalde aklına
gelmemişti. Oysa en az kendisi kadar zalim olan başkaları da vardı. Ardından tekrar Anadolu'ya geçen Yıldırım doğuda Erzincan ve Malatya'ya
kadar ilerleyince batıya doğru sefer yapmakta olan Timur'la karşı karşıya
gelmek zorunda kaldı. Bu arada Yıldırım'ın topraklarını elinden aldığı Anadolu beyleri Timur'a
sığınırken, Timur'un gazabına uğramış Karakoyunlu Yusuf Bey ve Celayir
Sultanı Ahmed de Yıldırım'a sığınmıştı.
Sivas'a kadar gelip ardından güneye inerek Suriye ve Bağdat'ı fetheden Timur
Anadolu beyleri tarafından Osmanlılara karşı kışkırtılıyordu. Aynı zamanda
kendisini İlhanlıların varisi saydığı için Anadolu üzerinde hak iddia ediyordu.
Osmanlıların kendisine bağlanmasını ve ayrıca Yıldırım'a sığınan Kara Yusuf ve
Ahmed'in kendisine teslim edilmesini isteyen Timur'a Yıldırım hiç aldırmayarak,
bu taleplerin hepsini reddetti.
Rumeli ve Anadolu'da kazandığı zaferlerle başı dönen kibirli Osmanlı padişahı
tam tersine Timur'a hakaret dolu mektuplar gönderip, onu küçümsemekten de
geri kalmadı. Kendi adını yaldızlı ve büyük harflerle yazıp, egemen olduğu
toprakları uzun uzun sıralarken Timur'un ismini küçücük yazarak ona sıradan
bir hükümdar muamelesi yaptı. Bu arada, rivayete göre, bir gözü kör olan
Yıldırım, bir ayağı topal olan Timur'a "Bu dünya bir körle bir aksağa kaldıysa
vay bu dünyanın haline" diyerek ve meydan okumuştu.
Böylece kaçınılmaz savaş en sonunda geldi çattı; büyük bir orduyla Anadolu'ya
giren Timur Sivas'ı yerle bir etti. Fethettiği şehirlerin ahalisini öldürerek
binlerce kelleden piramitler yapmak adetiydi, Sivas'ta da aynısını yaptı.
Ardından Ankara'ya yöneldi ve kaleyi kuşattı. Bu sırada Yıldırım da Tokat
üzerinden Ankara'ya doğru ilerliyordu. Kuşatmayı kaldıran Timur Çubuk
ovasında Osmanlı ordusunu karşıladı.
28 Temmuz 1402'de meydana gelen Ankara Savaşı tarihin gördüğü en kanlı
meydan savaşlarından biri oldu. Bütün gün boyunca, tam 14 saat süren
çarpışmaların başlangıcında Osmanlı ordusu daha üstün görünüyordu.
Karatatarlar ve daha önce Timur'a sığınmış olan beylerin askerleri de Osmanlı
ordusunu terk ederek karşı tarafa geçince savaşın kaderi de belli oldu.
Osmanlılar ağır bir yenilgiye uğradı.
Yıldırım'ın oğulları ve Sadrazam Çandarlı Ali Paşa kuşatmayı yararak kaçmayı
ve canlarını kurtarmayı başardılar. Padişah ise hava kararıncaya kadar savaşı
sürdürerek karanlıktan yararlanıp kaçmayı denedi ama Timur'un
komutanlarından Çağatay Han tarafından yakalanarak esir edildi.
Yine rivayete göre savaşçılığı dolayısıyla Yıldırım'a saygılı davranan Timur yenik
Osmanlı padişahından aynı şekilde karşılık görmedi. Tam tersine hakaretlerine devam eden ve diline egemen olamayan Yıldırım'ı en sonunda ayakta
duramayacak kadar küçük bir kafesin içine kapatan Timur Anadolu'da gittiği
her yere onu da götürdü. Ayrıca onu daha da aşağılamak için savaş meydanında
Yıldırım'la birlikte yakalanan karısı Despina'yı da kendi sofrasında hizmetçi
olarak kullandı.
Mağrur Yıldırım tüm bu hakaretlere ancak yedi ay dayanabildi ve sonunda
kurtuluş için hiçbir umut kalmayınca kapatıldığı kafesin demirlerine kafasını
vura vura 9 Mart 1403'de Akşehir'de intihar etti.


Tünel Açmak Demir Dağı Eritmekten Zormuş MÖ 800, Ergenekon- MS 2000, Bolu civarı

Orta Asya'daki eski Türklerin dilinde "sarp dağ yamacı" anlamına gelen
Ergenekon'la ilgili destanı bilmeyen yoktur. Türklerin yeniden doğuşunu ve
çoğalarak Orta Asya'ya egemen oluşlarını anlatan bu efsanenin adı aynı
zamanda Soğuk Savaş döneminde NATO ülkelerinde kurulan gizli anti-komünist
örgütün, kontr-gerillanın Türkiye'deki kolunun adı olarak da gündeme gelmiştir,
ama şu anda konumuz bu değil.
Ele alacağımız konu, günümüzden yaklaşık üç bin yıl önce demirden bir dağı
eriterek yurt edindikleri Ergenekon'dan çıktığı söylenen Türklerin daha sonra
yurt edindikleri Anadolu'da bir dağ ile bir türlü başa çıkamamaları...
Ergenekon Destanı'nın değişik biçimleri var ama en yaygın olan anlatıma göre,
Aral Gölü civarında olduğu varsayılan demir dağın eritilme efsanesi şöyle
gelişiyor:
Hunların büyük imparatoru Oğuz Han'ın ölümünden sonra Türklere sırasıyla
Gök Han, Ay Han, Yıldız Han, Deniz Han ve İl Han başbuğ olur. İl Han'ın
döneminde tüm Türk bölgeleri egemenliğine girince, bunu kıskanan yabancı
kavimler, özellikle Tatarlar birleşip İl Han'a saldırırlar ve çarpışma sonunda
Türkleri kılıçtan geçirirler.
İl Han'ın oğlu Kayı ve yeğeni Dokuz Oğuz eşleri ve çocuklarıyla birlikte esir
edilir. Daha sonra Tatarların elinden kurtularak eski yurtlarına geri dönerler.
Burada dağınık ve ürkmüş bir halde birçok at ve besi hayvanı bulurlar. Bunları
da yanlarına alıp kendilerine güvenli bir yurt ararlar. Bir kurdun ayak izlerinin
peşinden giderek çıkış yolu görünmeyen sarp dağların arasında yemyeşil, çok
güzel bir yer bulurlar ve Ergenekon adını vererek buraya yerleşirler. Bu iki
ailenin çocukları birbirleriyle evlenerek çoğalırlar.
Mutlu-mesut yaşadıkları yılların ardından çoğalarak artık Ergenekon'a sığamaz
olurlar. Sonunda 400 yıl kaldıkları bu yurttan çıkmaya karar verirler ama çıkış
yolunu bulamazlar. Nasıl onları oraya bir kurt getirmişse yine bir kurdun
sayesinde çıkış yolunu bulacaklardır. Nitekim koyunlara saldıran bir kurdun
izlerini takip ederek bir mağaraya ulaşırlar. Mağaranın dibinde küçük bir delik
vardır ve kurt oradan çıkmıştır. Bu deliği büyütmek isterler ama mağaranın
bulunduğu dağ demirdendir. Bir demirci ancak dağın ateşe verilmesiyle yolun
açılabileceğini söyler. Bunun üzerine Kurultay toplanır ve dağın eritilmesine karar verir. Dağın çevresine odun ve kömür yığarak yetmiş büyük körükle dağın
tutuşmasını sağlarlar. Böylece dağ erir ve Türkler de Ergenekon'dan çıkarlar.
Daha sonra aradan yüzlerce yıl geçer ve Türkler Orta Asya'dan yola çıkarak
Anadolu'ya gelirler, yeni yurtları artık burasıdır. Gel zaman, git zaman bu
topraklar üzerinde çeşitli devletler kurarlar, kurduklarını yıkar, sonra yenisini
kurarlar ve derken en sonunda Türkiye Cumhuriyeti'ni kurarlar.
Artık bunun Türklerin son devleti olduğu ve sonsuza kadar varolacağı
söylenirken, bir yandan da Anadolu toprakları üzerinde çağdaş uygarlık
seviyesini yakalamak için bir uğraş verilmektedir. Çağdaş uygarlığın egemen
olduğu ülkelerde yük ve yolcu taşımacılığında ağırlık demiryolundadır ve denizin
olduğu ülkelerde ise tabii ki denizyolu da önem taşır.
Nitekim Anadolu da dört yanı denizlerle çevrili bir yarımadadır ama
Cumhuriyeti kurduklarında artık bin yıldır bu topraklarda yaşayan Türkler
arkalarını denize dönerek yaşamayı tercih ederler. Demiryolları ise cumhuriyetin
ilk yıllarında biraz gelişir, hatta marşlarda "Demir ağlarla ördük anayurdu dört
baştan" falan derler ama gerçek hiç de öyle değildir. Montaj otomotiv sanayii
devreye girince, yerli ve yabancı tekellerin çıkarları doğrultusunda demiryolları
bir kenara bırakılır ve yurdun dört bir yanı karayollarıyla örülmeye başlanır.
Çünkü yirminci yüzyılın sonlarına doğru başbakan ve cumhurbaşkanı da olmuş
bir "Büyük Türk Büyüğü" Turgut Özal demiştir ki; "Demiryolu komünistlere
özgü, özgürlük imkanı tanımayan bir ulaşım ve nakliye sistemidir. İstediğiniz
yerde inip, binemezsiniz. Ama karayolu özgürlük demektir, nerede isterseniz
iner, binersiniz."
İşte böylece akıp giden yılların ardından yirminci yüzyılın sonlarında karayolları
yolcu taşımada yüzde 95, yük taşımada da yüzde 93 oranına ulaşmıştır. Bir
yandan da cumhuriyetin ilk yıllarındaki "demirağ heyecanı" gibi memleketi
"otoyol heyecanı" sarmış ve yeni anayurdun dört bir yanı otoyollarla döşenmeye
başlanmıştır. Başlanmıştır başlanmasına ama işte bu noktada Türklerin
karşısına bir dağ çıkmıştır; Bolu Dağı.
Bir zamanlar halk kahramanı eşkıyalara yataklık eden Bolu Dağı cumhuriyetin
iki büyük kentinin, İstanbul ve Ankara'nın ortalarında tüm heybetiyle yükselir.
Başta bu iki kent olmak üzere, İstanbul'u Anadolu'ya bağlayan karayolunda
seyreden araçlara etmediğini bırakmaz. Üç bin yıl önce atalarının Ergenekon'dan
çıkmak için demirden dağı eritmeleriyle övünen Türkler Bolu Dağı karşısında
yıllarca çaresiz kalırlar. En sonunda yapımına başlanan Anadolu Otoyolu ile bir
tünel açarak bu dağın hakkından gelmeye karar verirler. Edirne'den başlayan
Anadolu Otoyolu Bolu Dağı'nın eteklerine kadar gelir ama 6 kilometrelik iki
viyadük ve 7 kilometrelik iki tünel bir türlü bitirilemez.
Yıllarca süren çalışmalar ve trilyonlarca harcamadan sonra "Bitti, bitecek"
derken 12 Kasım 1999'da Düzce'de 7.2 büyüklüğünde bir deprem meydana
gelince Türkler arasında yeniden bir tartışma başlar; bu tüneli yapalım mı,
yapmayalım mı? Vazgeçecek olursak şimdiye kadar harcadığımız 400 milyon
dolar ne olacak? Yapacaksak tam da fay hattının üzerine kondurmuşuz, böyle hiç
güvenli değil...
2000 yılında bir gazetede çıkan haberde şöyle yazmaktadır: "Trilyonlar tünelde
kaldı. Uyarılara karşın fay üzerine inşa edilen Bolu Dağı geçidinin güzergahı
değiştiriliyor. Düzce depreminin ardından yapılan 'hasar yok' açıklamalarından
yaklaşık 6 ay sonra Bolu Dağı Tüneli inşaatının durdurulması gündeme geldi.
Bugüne kadar 433 milyon dolar harcanan Bolu Tüneli'nin şimdiki güzergahın 2
kilometre sağma kaydırılması planlanıyor.
Karayolları Genel Müdürü, yeni bir tünel girişi oluşturmak istediklerini, bu
projenin de 107 milyon dolara mal olacağını söyledi. Geçmişte harcanan miktarla
birlikte Bolu Dağı geçidinin maliyeti en az 490 milyon dolara yükselecek. Yeni
tüneli yine Astaldi-Bayındır ortaklığı yapacak. Bolu Tüneli'nin hiçbir zaman
dikiş tutmayacağını belirten uzmanlar 'Tünel yıkıldıkça firmalar para alıyor'
diyorlar."
Başka bir gazetede Karayolları Genel Müdürü'ne yanıt veren Türk Müteahhitler
Birliği Yönetim Kurulu Başkanı Kadir Sever ise Bolu Dağı Tüneli'ni bir
mühendis olarak kendisinin yapmayacağını belirterek, "Tünelin içinde binlerce
insan hayatını yitirdiğinde bunun sorumlusu kim olacak" diyor ve şöyle devam
ediyor: "Bana sorsalardı, ben Bolu Dağı'nda tünel yapmazdım. Bolu Dağı
Geçidi'nde pek çok heyelan olurdu. Bolu Dağı'nda trafiğin en az olduğunda bile
heyelan nedeni ile yol zaman zaman tıkanırdı. Heyelan hala var.
Bolu Dağı'na tünel yapılmaması gerektiğini yetkililere pek çok kez söyledik.
Ancak bir teki bile bizi dinlemeye cesaret edemedi. Çünkü yatırımlar yapılmış,
şimdiye kadar 400 milyon doların üzerinde para harcanmış. Çalışmalar
durdurulduğu zaman bu işi yapanlara neden yanlış karar verdiniz diye sorarlar.
Bolu Tüneli en son teknoloji ile yapılması durumunda dahi risklidir. Tünelin
içinde 300-400 araba varken bir zelzele olması durumunda binlerce insan
hayatını yitirdiğinde bunun sorumlusu kim olacak merak ediyorum."
İşte böyle, Ergenekon efsanesini hatırladıkça utanç içinde yüzleri kızaran Türkler neredeyse çeyrek yüzyıldır başa çıkamadıkları bu dağla ne yapacaklarını
kara kara düşünüyorlar. Üstelik de 2000 yılında tünelin yapımıyla ilgili
Bayındırlık ve İskan Bakanlığı'nda Ergenekon Destanı'nı parti programlarından
bile daha fazla ciddiye alan bir parti var!
Ya bu destanda bir tuhaflık var, ya da Anadolu'ya göç ettikten sonra Türklere bir
şeyler oldu!

Tabgaç Devleti

4. yüzyıl sonlanna doğru Kuzey Çin'de (Şan-si'nin kuzeyi) kudretli bir siyasî teşekkül meydana getiren, Çinlilerin To-ba (veya T'o-pa) dedikleri topluluğu Türkler "Tabgaç" diye anmışlardır. Orhun kitabelerinde sık sık geçen ve Gök-Türkler aracılığı ile Bizans kaynaklarına da "Taugast" şeklinde intikal eden "Tabgaç" kelimesi "Çin" manasına da alınmıştır. Çünkü Gök-Türklerin ilk zamanlannda Türklerce "büyük" tanınan bu sülale Doğu'nun kudretli hanedanı olarak Çin'de hüküm sürmekte idi. Aslında Türkçe ulu, muhterem, saygıdeğer" manalannı ifade eden Tabgaç tabiri bilindiği gibi, sonra bazı Kara-Hanlı hükümdarları tarafından unvan olarak (Taf-gaç, Tamgaç) kullanılmıştır. Kaşgarlı Mahmud'un, Türklerden bir bölük olduğunu kaydettiği Tabgaçlar, Çin yıllıklarına göre Asya Hunları'ndan bir kısımdır ve sülalenin resmî tarihinde (Wei-shu) Motun, eski To-pa (Tab-gaç) hükümdarı olarak gösterilmiştir. Tabgaçların örf, adet ve geleneklerinden çoğu, Kurt efsanesi; magara, dag, orman kültleri vb. ve Göç efsanesi (bk. aş. Kültür: Destanlar) Türklerle ilgili bulunduğu gibi, dillerinin de Türkçe olduğunu ortaya koyan deliller vardır: Bitegçin (bitikçi, katip;dış-işleri bakanı?), kapukçın (kapıcı; hacib?), atlaçın (atlı, süvari birliği), tabagçın (yaya, piyade birliği), korakçın (koruyucu, muhafız kıtaları), yamçın (posta sürücüsü), hiencin (posta menzilleri idarecisi; hancı?), aşçın (aşçı;mutbahçı başı?), törü (kanun, töre), il (devlet) vb." . Tabgaç hükümdannın ağzından şöyle bir Türkçe ibare nakledilmiştir: "Atıg belgiıtef;" (yani "bir (başbuğa verilen) isim, (onun yaptığı) işi belirtmeli=belgelemeli)" Wei-shu, Nan ch'i-shu, Liu-Sung-shu gibi Çin kaynaklarına geçen bu kelime ve tabirler, aynı zamanda Tabgaçların devlet idaresi ve askerî kuruluşları hakkında da bilgi verir durumdadır. Bununla beraber, bu Türk devletinde oldukça büyük ölçüde Moğolların da yer aldığı anlaşılıyor. Araştırmalarda kendileri bile bir ara Sienpiler arasında görünen Tabgaçlara bağlı kabilelerden kimlikleri tesbit edilebilenlerin yarısından fazlasınm Moğol menşeli olduğu neticesine varılmıştır. Ancak Moğollar, diğer Tunguzlar ve Çinli halk ile birlikte, şüphesiz teb'a durumunda idiler.

Önce kuzey Şan-si'de Tai başkent olmak üzere küçük "Tai veya I. T'o-pa" devletini (315-376) kuran Tabgaçlar, daha ilk başbuğları olarak bilinen Şa-mo-han(ölm. 277)'dan itibaren diğer küçük Hun devletleri ve Si-en-pi kütleleri ile mücadeleye giriştiler ve nihayet Ch'in devleti başındaki, Tibet menşeli Fu-Chien iktidarının çökmesi (384) üzerine etraftaki mahallî hükümetçikleri (16 kadar) idareleri altına alarak büyük devlet haline geldiler. Tabgaç devleti (386-556), Çinlilerin Wei (Pei-Wei = Kuzey Wei) adı-nı verdikleri hükümdar ailesinden K'uei zamanında (386-409) verimli toprakların Doğu Çin'deki dağınık Siyen-pi gruplarından zaptedilmesi ile gelişti. Küçük Ts'in (394'de) ve Liang (403'de) devletleri tabiiyete alındı. Baş-kenti P'ing-ç'eng (Tai) şehri idi. Az sonra devletin nüfüzu, bir yandan Pekin yakınlarına, bir yandan Huang-ho nehri dirseğine kadar uzanmıştı. Kuzey istikametinde, Siyen-pilerin varisi olarak 4. asır sonlanndan itibaren kudretli bir siyasî teşekkül durumuna giren Moğol menşeli Juan-juanlar yüzünden ciddî bir genişleme olamıyordu. İki devlet arasında bazan çok şiddetli cereyan eden mücadele 150 yıl kadar sürmüştür. Hükümdar Sseu (409-423)'dan sonra Çin'in başkentleri Lo-yang, (Ho-nan'da) ve Ç'ang-an(bugün Si-ngan-fu, Şan-si'de)'ı ele geçirerek hakimiyetini Sarı-nehir bölgelerine yayan ve bütün Kuzey Çin'i tek idarede birleştiren büyük imparator T'ai-wu devrinde (424-452) Tabgaç devletı en parlak çağını yaşadı. Önce 2. Ts'in devletini kendine tabi kılan, 427'de Hun Hsia devletinin başkentini alarak, bütün topraklannı ele geçiren (431) ve 425'ten itibaren Juan-juan'ları mağlüp ederek bugünkü îç Moğolistan'ı istila eden (436) ve 435-439'da hakimiyetini batı'ya doğru genişleterek, îç Asya'daki Wu-sun, Yue-pan ülkelerini ve Kuça, Kaş-gar, Karaşar, Turfan baçta olmak üzere 30 kadar şehir-devletçiklerini idaresine bağlayan Tai-wu, 439'da Kansu (Gu-tsang=Kan- çou)'daki Hun devletini (Kuzey-Liang) ortadan kaldırdı. Böylece ünlü İpekyolu güzergahı tekrar Türk hakimiyetine girmiş oldu. 450'de güneyde Yang-tse nehrine de ulaşan Tai-wu, Çin askerinin "taydan ve düveden farksız" olduğunu söylüyor ve kendisi "Börü" lakabını taşıyordu.
 împaratorluk merkezini Türk hayat şartlarına oldukça uygun gelen bozkır bölgesinde (Kuzey Şan-si) tutan Tai-wu, o sıralarda Çin'de yayılmakta olan Budizm'in Türkler arasına nüfüzunu önlemeğe çalışıyor, idaresi altındaki Çin topraklarında bile Budistlerin faaliyetlerini kontrol ediyordu. Tapınaklarda ayinler dışında din propagandasını yasaklayan bir emirname çıkarmış (438) ve 446'da emre riayet etmiyenlerin şiddetle takibini emretmişti. T'ai-wu'nun Türk bünyesi ve seciyesini Budizm'in bozucu tesirinden korumak maksadını güden bu tutumunun mana ve değeri çok sonra anlaşılmıştır. Tedbirlerin ehemmiyetini farkedemeyen halefleri zamanında, yasak emri gevşetilen Budizm'in hatta himayesi cihetine gidildi. împarator Wen-ç'eng (Siun veya Sün, 452-465) ve Hong I (Hien-wen, 465-471) zamanlarında İç Asya'da tabiliğe alınan şehir-devlet sayısının 50'ye çıkarılması (456), Juan-juanların ağır mağlübiyete uğratılması (458-459)219, Güney Çin devletinden (Liu Sung) bazı bölgelerin alınması (466-469 arasında) gibi büyük askerî başarılara rağmen, gittikçe gelişen Budizm'in yayılışı, sonra büsbütün hızlanarak Tabgaç topluluğunun Çinlileşmesine zemin hazırladı. 480'den itibaren Kuça ve etrafını Ju-an-juanlara kaptıran ve 494'de başkenti, Devlet Meclisi'nin muhalefetine rağmen, bozkır bölgesinden güneydeki eski Çin merkezi Lo-Yang'a nakleden împarator Hong II (Hio-wen, 471-499), Türk töresine karşı ağırlık kazanan bu soysuzla§mayı (479'da yalnız başkentte 100 tapınak ve 2000'den fazla rahip bulunuyordu) 495 yılında, Türk örfünü, geleneklerini, giyimini, Tabgaç dilini ve hatta yazışmalarda Türkçe tabirlerin kullanılmasını yasaklamakla tamamladı.Buna karşı çeyrek asır kadar devam eden tepkiler bastırıldı.


Süan-wu(499-515)'dan sonra idareyi devralan İmparatoriçe Hu (515-528) Budizm'e o kadar düşkün idi ki, yabancı memleketlerdeki "dindaşları" ile de alakalanıyordu. 520'ye doğru Hindistan'da Ak Hun-Eftalit hükümdarı Mihiragula'yı ziyaret ettiğini gördüğümüz Çinli Budist rahip bu kraliçenin arzusu ile seyahat ediyordu. Tabiatiyle "Türk atalannın askeri vasfını kaybeden Tabgaç devleti yeni bölgenin ve yerli Çin halkının yol açtığı iktisadî ve sosyal sebeplerden de gittikçe gücünü kaybetmekte idi. Bütün Kuzey Çin'e hükmetmiş olan bu devlet 534'e doğru Doğu (Ho-nan'da) Wei'leri ve Kuzey veya Batı (Ç'ang-an'da) Wei'leri olarak ikiye aynldı ve kısa zaman sonra bütün arazileri Çinli hanedanlara intikal etti (Doğu NVei'leri yerine Ts'i (Ch'i) sülalesi: 550-577, Batı Wei'leri yerine Chou sülalesi: 557-581).

Ak Hun İmparatorluğu

Ak Hun İmparatorluğu, tarihte Eftalitler olarak geçen, asyanın içlerinde varlığını sürdüren, yıkıldıktan sonra diğer Türk devletlerinin kurulmasında etken rol oynayan Eftalit tarihi.
Büyük Hun İmparatorluğunun bölünme ve parçalanmasıyla Batıya Doğru göç eden Hun kabileleri, İç Asya’dan Hazar bölgesine doğru yoğun bir Hun hareketliliği oluşturdu. Hunlar kalabalık kitlelerle İç Asya’yı terk edip Batıya doğru ilerliyordu. Bu göç hareketi M.Ö. 36’da, Bölünen Batı Hunların yıkılmasıyla başlamıştı. İlerleyen zamanlarda Hunların Kuzey ve Güney olarak tekrar bölünmesiyle ve nihayetinde Orta Asyada Hun varlığının ortadan kalkmasıyla 4. Y.Y.’a kadar devam etti. 

İç Asya’dan göç eden Hunların bir kolu Hazar denizine, diğer kolu Güneye doğru ilerlemişlerdi. Hazar bölgesine doğru ilerleyen Hunlar 3. Y.Y. ortalarında Avrupa Hun İmparatorluğunu kurdular. Aynı dönemde Güneye doğru ilerleyen kabileler ise, literatürde Orta Doğu Türkleri olarak anılan Ak Hunları kurdular. 

Ak Hunların Kuruluşu (420)

İç Asya’dan başlayan göç hareketiyle birlikte Orta Asya’ya inen Hunlar, bölgedeki siyasi yapı içerisinde ezilmemek için kabileler halinde birleşerek varlıklarını devam ettiriyorlardı. Hatta varlıkları tehlikeye girdiği zaman bölgelerindeki devletlerle savaşarak güçlerini korudular. Bu kabilelerin yaşayış şekillerini, Büyük Hun İmparatorluğu kurulmadan önceki Ön Türklerin yaşayış şekline benzetebiliriz.

Göç hareketiyle bölgede varlığını sürdüren iki büyük kabile olan Uar ve Hun kabileleri, 3. Y.Y. ortalarında güçlenerek bölgelerinde söz sahibi oldular. Bu dönem, Avrupa Hun İmparatorluğunun kurulduğu tarihlere rastlamaktadır.  Aslında Ak Hunların kuruluşunu bu tarihe dayandırabiliriz ancak İmparatorluk düzenine geçilmediği için devlet olarak telafuz edememekteyiz. 

350 li yıllarda, bugünkü Afganistanın kuzey bölgesinde siyasi bir güç haline gelen Uar ve Hun kabileleri, 400’lü yılların başına doğru birleşerek güçlenip bulunduğu bölgeyi yönetmeye başladılar. Nihayetinde 430 yılında Aksuvar’ın yönetime geçmesiyle İmparatorluk halini aldılar. Kabile düzeninden İmparatorluk düzenine geçmeleri nedeniyle, Ak Hunların kuruluşunu 420 olarak kabul edebiliriz.


Aksuvar Dönemi (430 – 470)

Uar ve Hun kabilelerinin ortak kararıyla yönetime geçen Aksuvar, imparatorluğu kurup 40 yıl gibi uzun bir süre yönetti. Güçlü bir yönetici olması hasebiyle Eftalanos (Epthalanos) ünvanını almıştı. Bu nedenle Bizans ve İran kaynaklarında Ak Hunlardan Eftalit olarak bahsedilir. 

Aksuvar, yönetime geçmesiyle birlikte bölgesinde önemli bir güç olan İran’a karşı mücadele etti. İran o dönemde Sasani kabilesinin yönetimindeydi. Aksuvar Sasanilerle savaşarak İranı baskı altına almaya başladı. Bu dönemde Akhunlar ile Sasaniler aynı bölgede varoldukları için siyasi açıdanda iç içeydiler. Aksuvar döneminde siyasi çalkantılar ortaya çıktı. 459 yılında başlayan iç karışıklıkla Yönetime geçecek kişiye karar veremeyen Sasaniler, Aksuvarın baskılarıyla Firuzu tahta geçirmek zorunda kaldılar. Firuz, tahta Aksuvarın desteğiyle geçmişti. Bu nedenle Tirmiz ve Vasgirt bölgelerini terk ederek Akhunlara hediye etti. 

Bir süre Akhunlar ile Sasanilerin arasındaki siyasi ilişkiler barış içerisinde geçti. Hatta barış görüşmelerinin birinde Firuz, kızını Aksuvarla evlendireceği sözünü verdi.  Aksuvar bir süre sonra Firuzdan sözünü tutmasını istedi. Ancak Firuz sözünü tutmayıp kızı diye Cariyesini gönderdi. Aksuvar bunu anladığında, Firuzun kendisine yardım için gönderdiği komutanını öldürerek Firuzu cezalandırdı. Firuz bunun üzerine Aksuvar’a savaş açarak ordularını Ak Hunların üzerine gönderdi.  Sınır kasabası Balam’ı işgal etti ancak Aksuvarın ordularıyla karşılaşmadan geri döndü. Bu olaydan sonra 10 yıl kadar Aksuvar ve Firuz arasında ciddi bir savaş yaşanmadı.  Firuz Aksuvara karşı yeni bir sefer hazırlığına girdi. Aksuvar bu savaşta klasik Turan taktiğini kullanarak Firuzun ordusunu dağlık bölgelerde çevirdi. Strateji hatalarıyla savaşı başlamadan kaybetmek üzere olan Firuz Aksuvardan barış istedi. Aksuvar, Firuzun kendisine yalvarıp af dilemesi şartıyla savaşı bitireceğini söyledi. Firuz bunu kabul etmek zorunda kaldı ve kendi askerlerinin önünde diz çökerek Aksuvara savaşı bitirmesi için yalvardı. Bunun üzerine savaş başlamadan bitti ordular geri döndüler. 

Gururu kırılan Firuz bir süre sonra kırılan gururunu onarmak için savaş hazırlıklarına başladı. Bu dönemde sınırdaki düzenlemeler Akhunların aleyhine geliştiği için Aksuvar Firuza savaş ilan etti. Bu savaş Firuz ile Aksuvar arasında yaşanan son savaş oldu. Zira, savaş dağlık ve yamaçlı bir arazide yaşandı ve Aksuvar, savaş başlamadan önce savaşın yaşanacağı alanda derin çukular açarak Firuz ve Askerlerinin bu çukurlara düşmesiyle savaşı kazanarak Firuzuda öldürmüş oldu. Bu savaş sonrasında Aksuvar, Sasanilerle çok ağır bir anlaşma yaptı. Sasaniler bu anlaşmayı kabul ederek Akhunlar ile bir süre barış ilişkisi kurdular. 

Aksuvar, bu anlaşmayı imzaladıktan bir süre sonra vefat etti. Yerine Toraman tahta geçti.


Kabile Yönetimi (470-480) 


Akhunlar, Aksuvarın ölümünden sonra bir Hakan seçmek yerine kabile yönetimini tercih etmiştir. Bu 26 yıllık süre zarfında kararlar, Uar ve Hun kabilelerinin oluşturduğu yönetim mekanizması tarafından alınarak hayata geçiriliyordu.

Kabile yönetimi döneminde Akhunlar ilerleyişlerine devam ederek Hindistana doğru uzanmışlardı. Bugünkü Hindistan topraklarında bulunan Gupta devletini baskı altına alarak bölgedeki otoritesini güçlendirdi. Her nekadar bir Hakan önderliğinde yönetilmese de, Kabile Yönetimi Dönemi fevkalade başarılı ve istikrarlı bir şekilde geçti. 


Toraman (480-515)

Toraman, çok uzun bir süre yönetimi elinde tuttu. Toraman’ın idareye geçtiği dönemde Akhunlar Hindistana doğru ilerlemiş, bölgedeki Guptaları baskı altına almıştı. Bölgedeki bir diğer güç Pencaplar ise yıkılmak üzereydiler. İranda ise Mazdek isyanı baş göstermeye başlamıştı. Bir tür komünist idare sistemini savunan Mazdek, halkı bu doğrultuda örgütleyerek devlete karşı teşkilatlandırdı. Toraman, Ailevi değerleri ve mal edinme özgürlüğünü ortadan kaldırma gayreti içinde olan Mazdek’e karşı tavır alarak İranın iç işlerine müdahale etti. Önce Mazdek isyanını bastırdı, daha sonra ise bir süre Mazdek’e inanıp  sonra hapsedilen ve daha sonra kaçıp Toramana sığınan Sasani hükümdarı Kavad’ı tekrar tahta çıkarttı. 

Toraman, yönetime geçtiği ilk dönemde Belh şehrini egemenliği altına aldı ve Sasanilerle husumet dönemi tekrar başladı. Aynı dönemde bölgedeki güçlerden biri olan Kuşan devleti yıkılmıştı. Toraman, bölgeye dağılan Kuşan prensliklerini kolaylıkla egemenliği altına aldı. Kuşan prensliklerinin egemenlik altına alınmasından sonra geriye Hindistan kalıyordu. Hindistana ilk saldırısı yine 480 yılında oldu. Bu saldırı sonrasında Hindistanın kuzeyini egemenlikleri altına alarak bölgedeki hakimiyetini önemli ölçüde ilerletti. Aynı dönemde, Hindistanda devlet kuran Guptalar’a karşıda akınlar düzenlensede de tam anlamıyla başarı elde edilemedi.  Bu süreç sonrasında Karaşar, Kandahar ve Hindistanın kuzeyi tamamen Akhunların hakimiyetine girdi. 

Toraman döneminde Akhunların hakimiyet alanı önemli ölçüde büyüyerek bölgede hakim güç haline gelindi. Akhunlar tarihlerinin en parlak dönemini Toraman döneminde yaşadılar. Toraman 515 yılında öldüğünde yerini oğlu Mihirakula’ya bıraktı. 


Mihirakula (515-550)

Mihirakula, yönetime geçtiği dönemde Budizm bölgede benimsenmeye başlanmış ve insanların itibar ettiği bir inanış haline gelmeye başlamıştı. Mihirakula, toplumunun Gök Tanrı inancını muhafaza etmek için Budizme karşı çok sert önlemler alarak toplumunu yozlaşmaktan ve Budizm inancına saplanmaktan kurtarmıştır. 

Mihrakula döneminde akınlar daha çok Hindistan üzerine yoğunlaştı. Hindistan üzerine sürekli akınlar düzenleyerek hakimiyet alanını genişletmek düşüncesindeydi. Mihirakulanın akınları 530 yılına kadar aralıksız ve ilerleyerek devam etti. Ancak 530 yılında Citraküta kentini ele geçirdikten sonra Mihirakula akınlarını durdurdu. Bu dönemden sonra akınlar yerini mevcut toprakların korunması ve himayesi stratejisine bıraktı. Bu tarihten sonra hakimiyet alanı genişlemeyerek mevcut hakimiyet alanı korunmaya başlandı. Bu durgunluk yerini gerilemeye bıraktı. 530-550 yılları arasında Akhunlar maruz kaldığı saldırılarla baş etmeye çalıştıysa da çok başarılı olamadılar. 


İç Karışıklık Dönemi ve Yıkılışı (550 – 567)

Mihirakulanın ölümünde Akhunların sınırları Hazar Denizinin Güney Doğu köşesinden Çine, Hindistanın kuzeyinide içine alan geniş bir alanı kapsıyordu.
Mihirakula 550 yılında vefat ettiğinde Akhunlar dağılma sürecine girdiler. Bazı tarihi kaynaklar Mihirakuladan sonra Akhun coğrafyasında prensliklerin varloduğundan bahsetsede tarih kaynakları bu konuda net bir bulgu ortaya koyamamıştır. 

Bu dönemde Akhunların yönetiminde yaşanan boşluk, bölgede güçlenen bir diğer Türk İmparatorluğu olan Göktürk’ler ve Sasanilerin bölgeyi yönetmek için işbirliği yapmasıyla AkHunların aleyhine gelişti. Akhun İmparatorluğunu aralarında paylaşarak bölgedeki Akhun İmparatorluğunu tamamen ortadan kaldırdılar. 

Ortadoğu'ya Yapılan Haçlı Seferleri Kudüs, 1095

Her şey ideallerin en asiliyle, sözde barbar kafirlerin elinde olan kutsal
toprakları kurtarmak arzusuyla başladı. Bununla da bin yıl süren savaşlar ve
bugüne kadar artan bir şiddetle gelen ve tehdit eden, her an patlamaya hazır bir
bomba ortaya çıktı. Ama bu idealizmin arkasında daha pratik ve ticari sebepler
vardı.
Avrupa'dan her yıl binlerce turist bölgeyi ziyaret etmeye gidiyor ve ticareti
canlandırıyorlardı. Avrupalılara ilaveten, yedinci yüzyılda Bizans
İmparatorluğu'ndan Kutsal Toprakları alan Araplar da bölgeyi aynı şekilde
kutsal sayıyorlar, Kudüs'ü Mekke ve Medine'den sonra üçüncü kutsal şehir kabul
ediyorlardı.
11. yüzyılda daha dindar bir görüşe sahip olan Selçuklu Türkleri bölgeye
geldiğinde işler biraz kızışmaya başladı. Artık, ara sıra turistlerin saldırıya
uğradığı oluyor, yeni vergiler ödemek zorunda kalıyorlar, katırları kaçırılıyor ve
cinayetlere kurban gidiyorlardı. Elbette, Avrupa'ya bunların haberi geliyordu.
Yapılan haksızlıklar anlatıla anlatıla abartılı boyutlara varıyordu. Ama aynı
şekilde bir gemi dolusu Müslüman on birinci yüzyıl Paris'ine ya da Londra'sına
gelmiş olsaydı, başlarına neler geleceğini ancak Allah bilir.
Konstantinopolis şehrinin karşı karşıya kaldığı tehlike, endişeyi daha da artırdı. Selçukluların Kudüs'ü almasından bir sene önce, 1071'de Bizans ordusu
Malazgirt Savaşı'nda ağır bir yenilgiye uğramıştı. Sonraki yirmi sene boyunca
Türkler Anadolu'nun içlerine doğru ilerlemişlerdi. Öyle ki artık Konstantinopolis
bile güçlü bir saldırı karşısında teslim olacak gibiydi.
Bizans imparatorları, özellikle papaya mektup yazarak Batı'ya acil yardım
çağrılarında bulunmaya başladılar. Katolik kilisesi ve Bizans İmparatorları
arasındaki ilişki yüzyıllardır gergindi. Aralarındaki en önemli anlaşmazlık
imparatorun papanın üstünlüğünü kabul etmemesiydi. Yaklaşan Selçuklu
tehlikesiyle imparator köşeye sıkıştı ve papayla anlaşmayı kabul etti. Ayrıca,
eğer Konstantinopolis düşerse Avrupa'nın kapılarının açılacağını ve yakında
Orta Avrupa'nın savaş alanına döneceğim söyleyerek ikna etti.
Sonunda, Papa II. Urban, tabii başka nedenlerin de etkisiyle 1095'de harekete
geçti. Bizanslıların öne sürdüğü gibi, şehrin Avrupa savunmasında bir ön cephe
olmasının ne denli önemli olduğunu anladı. Ayrıca ortalıkta boşta gezen çok fazla
zırhlı şövalye vardı ve sadece şiddet kullanmayı biliyorlardı. 11. yüzyıl
Avrupa'sında baş gösteren sıkıntı, bazı açılardan günümüzün kentlerinin başına
bela olan silahlı çetelerin durumuna benziyor, silahsız birçok kişi arada
kalıyordu.
Katliamın önüne geçemeyen papanın aklına bir çözüm yolu geldi. Madem
birbirlerini öldürmelerini engelleyemiyordu, belki de onları kafirlerin üstüne salmak daha akıllıca bir fikirdi. Hıristiyan olmayanları Tanrı adına öldürmek
günah değildi, saldırgan enerjilerini kullanabilirlerdi ve bu arada daha da
önemlisi şiddet başka bir yerde olurdu. Sonunda, Kutsal Toprakları kurtarmanın
çok iyi olacağına ve Tanrının zaferine hizmet edeceğine karar kıldı.
Böylece, II. Urban 1095'de yaptığı ateşli bir konuşmayla Kutsal Toprakları
kurtarmak için Kutsal Savaş ilan ettiğini açıkladı ve o zamana kadar tahmin
edilemeyecek büyüklükteki saldırgan bir kitleyi serbest bıraktı.
11. yüzyılda lojistik destek sağlamadaki en büyük sıkıntı insan toplamak
olduğundan Urban, haçlı seferinin, profesyonel askerlerin yardımıyla iyi
düzenlemiş, yirmi, otuz binden fazla olmayan küçük bir ordudan oluşacağını
sanıyordu. Maalesef birkaç ay içerisinde Keşiş Peter'in yönetiminde neredeyse
yüz bin kadar köylü kendi Halk Haçlı Birliği'yle yola çıktı. Peter, kullandığı düz
bir mantıkla hayli ikna ediciydi; Tanrı'nın basit insanları sevdiği için, Kutsal
Toprakları kurtarma onurunu de kesinlikle onlara bahşedeceğini anlatıyordu.
Bu güruh Macaristan'a girdiği zaman bir kısmı çoktan açlıktan kırılmaya, diğer
kısmı da çapulculuğa başlamıştı. Konstantinopolis'e geldiklerinde imparator, hiç
bekletmeden köylüleri hemen Anadolu'ya gönderdi. Orada kendilerini
beklemekte olan Türkler tarafından da hemen kılıçtan geçirildiler.
İlk haçlı seferi 1097'de Konstantinopolis'e geldiğinde çok korkmuş imparator
Alexius'la karşılaştılar. Yüz bini aşan sayıları ne bir düzenlemeyi, ne de yiyecek
sağlamayı mümkün kılıyordu. İmparator, kendisine sadakat yemini edecek ve
esas amacı doğrultusunda, yani Anadolu'yu geri almak için savaşacak küçük,
profesyonel bir birlik istemişti. Kutsal Topraklar her zaman sadece ideal bir
amaç olmuş, ama bunun başarılabileceğine kimse inanmamıştı. Şimdiyse on
binlerce kavgacı, disiplinsiz şövalyeyle, serflerle ve kibirli prenslerle karşı
karşıya kalmıştı. Bunların çoğu da daha birkaç sene önce Bizanslılara karşı
savaşmışlardı.
Bu kalabalığın eline fırsat geçerse kendi tacını başından alacaklarından korkan
imparator, şehrin kapılarını kapattırdı. Haçlılar da Bizanslılardan hiç
hoşlanmıyorlar ve güçlü olmalarından nefret ediyorlardı. Bu kadar yolu, sadece
bir imparatorun kişisel çıkarları uğruna savaşmak için gelmemişlerdi.
Kutsal Toprakları almak, böylece bütün günahlarını affettirmek ve bu uğurda
ölüp şehit olurlarsa cennete kesin bir gidiş bileti elde etmek istiyorlardı.
Bizanslılar bu yeni orduyu beslerken sıkıntılı bir zaman geçmeye başladı. Haçlı
askerleri bir şekilde çıkar sağlamanın yollarını hızlandırmayı düşünmeye
başladılar. Yüksek amaçları yavaş yavaş arka planda yerini alıyordu. Sefer sözüm ona Bizanslıların yönetiminde bir sonraki bahar başladı. Sonraki iki
sene çok kanlı geçti. İklim ve bölge Fransız, Alman ve İngiliz askerlerine
tamamen yabancı olduğundan büyük sıkıntılar çekildi. Yakıcı sıcaktan ve
savaşlardan adamların en azından üçte ikisi yolda öldü. Sonunda, neredeyse üç
sene sonra hedeflerine, Barış Prensinin Kutsal Şehri olan Kudüs'e vardılar.
Çatışma başladı, surlarda gedikler açıldı. Böylece tarihin en kötü ve en kanlı
katliamlarından biri, şehirdeki hemen hemen herkesin kılıçtan geçirilmesiyle
gerçekleşti. Saldırganlar ruhlarının ebedi kurtuluşla korunduğuna inandıklarından kentin yarısından fazlasının Yahudi ve Hıristiyan olması onları
pek etkilemedi.
Böylece Birinci Haçlı Seferi sona erdi. Çarpışmaların devam etmesine rağmen
seksen yıl boyunca Kutsal Topraklar Haçlı eyaletlerine bölündü. Papanın
planıyla aslında Kutsal Topraklar kurtarılmıştı, ama bu uğurda yüz binlerce
insan canından olmuştu.
Ama bu arada durum giderek kötüleşiyordu. Tarihçiler olayları belli gruplarda
sınıflandırmayı sevdiklerinden daha sonra kitaplarda İkinci Haçlı Seferini,
Üçüncü Haçlı Seferini okuruz. Halbuki hepsi birbiriyle bağlantılı bir sürecin
parçasıdır. Bölgeye, iki yüzyıldan fazla bir süre Haçlı Seferleri yapıldı. Bazıları
gerçek dini duygularla, bazıları da günahlarının affolunması için gidiyordu. Ama
büyük bir kısmını ilgilendiren, toprak ya da elde edecekleri ganimetlerdi.
12. yüzyıl boyunca Fransa'dan, hatta Norveç'ten ve Danimarka'dan bile haçlılar
geldi. İskandinavya'dan gelenlerin çoğu Kudüs'e varabilmek için Rusya
büyüklüğünde yol kat ettiler. Art arda süren saldırıların en ünlüsü, efsanevi
Aslan Yürekli Rişar'ın yürüttüğü Üçüncü Haçlı Seferi'ydi.
Üçüncü Haçlı Seferi, gerçekten de akla yatkın bir sebeple başladı. 1187'de, kendi Müslüman Haçlı Seferi'ni yapan Selahaddin Kudüs'ü Hıristiyanların elinden geri
almıştı. Batılı güçlere yapılan bu hakaret karşısında İngiltere, Fransa ve Kutsal
Roma İmparatorluğu kralları, eski anlaşmazlıklarını bir kenara bırakarak kutsal
seferde bir araya geldiler.
Rişar altı yıldan fazla savaştı. Savunma o kadar kuvvetli ve akıllıcaydı ki, ancak
bir kere Kudüs yakınlarına gelebildiler. Sonunda en iyi şeyi yaparak bir barış
anlaşmasında karar kıldılar. Anlaşmaya göre, Batılı turistler Kutsal Şehir'i
ziyaret edebileceklerdi. Rişar ülkesine geri dönerken yolda bir düşmanı
tarafından pusuya düşürüldü. Aslında İngilizler, Rişar'ı kaçırana teşekkür bile
edebilirlerdi. Çünkü efsanevi olmasının bir nedeni de tahta çıktığından beri
İngiltere'ye ayak basmamasıydı. İngiltere onun için dipsiz bir para kuyusu ve
asil amaçlarını gerçekleştirmek için adam yollayan bir yerdi.
Sonunda ülke iflas etti ve kendisi için istenilen fidyeyle daha büyük bir maddi
sorun yarattı. İşin en garibi, John kardeşini kurtarmaya çalışırken ülkenin kötü
bir durumda olmasının tüm suçu onun omuzlarına yükleniyordu. Rişar ülkesine
döndüğünde, yeni bir ordu hazırlıklarına girişerek ülkeyi daha da fazla borca
soktu. Sonra da eski müttefiki Fransa'ya saldırdı ve kısa bir süre içinde orada
öldürüldü. John, hükümdarlığı boyunca yapılan zararı onarmakla uğraştı ve
daha da kötü bir üne sahip oldu.
Haçlı Seferleri hala devam ediyordu. Bir sonraki yüzyılda bir düzineden fazla
sefer düzenlendi; bunların arasında en yıkıcı olanı Dördüncü Haçlı Seferi'dir.
Fransa'dan yola çıkan ordu Venedik'te ulaşım aracı ararken yine tarihte
görülmemiş bir "iyi fikir" bulundu. Diplomatik zekalarıyla ünlü Venedikliler,
Fransızları Kutsal Topraklara götürmeden önce kendi çıkarları için Zara'yı
(bugünkü Zadar) Macaristan'dan geri almak için ücretli asker olarak kiralamak
istediler.
Fransızlar bu anlaşmayı kabul ettiler. Zara geri alındı ve yağma edildi. Bunun
sonucunda Papa tüm orduyu aforoz etti. Ondan sonra her şey kötüye gitmeye
başladı. Venedikliler, kiralık ordularına şimdi de Bizans'taki zenginlikleri
anlatmaya başladılar. Bizans İmparatoru'nun tahttan indirilen bir akrabasına
yardım etmek amacının arkasına sığınan Haçlılar Konstantinopolis'e girdiler.
Şehri yakıp yıktılar, yağmaladılar ve nüfusun hatırı sayılır bir bölümünü
katlettiler. Sonra da tahta kukla bir imparator oturttular.
Haçlıların esas amacı olan Konstantinopolis'i Türklere karşı korumak tamamen
bırakılmıştı ve bu hain saldırının Avrupa'ya da zararı çok büyük oldu. Sonunda,
eski Bizans İmparatorluğu ailesi yavaş yavaş bu kadim şehrin tahtına tekrar
geçti, ama artık eski güç ve pırıltının sadece gölgesi vardı. İmparatorluğun
çöküşü ise baştakilerin o andan itibaren takındığı tutum yüzünden hızlandı.
Dördüncü haçlı ordusu savaştan elde ettikleriyle geri döndü. On yıl sonra papa
tekrar denedi. Bu ordu Mısır'da bir saldırı üssü oluşturmaya çalıştı. Bu, sıradışı
bir plandı ve sonunda Nil deltasının salgın hastalıklarla dolu ortamında
gerçekleşmesi mümkün olmadı. Ama yine de çaba gösterildi. 1260'larda bölge Moğol istilasına uğradığında
savaşçı olarak yetiştirilen kölelerden gelen bir hanedan, Memlükler Mısır'ı
yönetiyordu. Kendi aralarındaki anlaşmazlıklar yüzünden haçlılarla işbirliği
yapma eğilimindeydiler. İki taraf da yakında oraya ulaşması beklenen Moğollara
karşı haçlılarla birleşmek istiyordu. Ancak buna gerek kalmadı çünkü Moğollar
Kudüs'ü geçtikten sonra geri çekildiler.
En korkunç haçlı seferlerinden biri çocukların katıldığı haçlı seferiydi.
Avrupa'nın ortaçağdaki şehirleri yetim ve öksüz çocuklarla doluydu. Bazı
insanlar, yetişkinlerin yapamadıklarını, çocukların yapacaklarına inanıyordu.
Çünkü günahsız oldukları için, kutsal topraklara ilerlerken tanrı onları
koruyacaktı. Binlerce Avrupalı çocuk yollara döküldü. Yol boyunca hayatta
kalmak için de dileniyor ve hırsızlık yapıyorlardı.
Kilise çocukları vazgeçirmek için çaba gösterdiyse de masum bir şekilde
kendilerini ortaya atmalarına hiçbir şey engel olamadı. İtalya kıyılarına ulaşan
çocuklar toplandı ve liderler gemi sahipleriyle çocukları kutsal topraklara
götürmeleri için anlaştı. Ama bu çocukların hepsi gemilere yüklenip Kuzey
Afrika'ya götürüldü. Orada da köle olarak satıldı.
Haçlı seferlerinden birinde ise Fransa'nın dışına bile çıkılamadı. Fransız kralı
papayla işbirliği yapıp ülkenin güneyinde yaşayan Albigenlere karşı bir kutsal
savaş ilan etti. Kuzeyde yaşayan binlerce Fransız asilzadesi de bu savaşa katıldı.
Oluşturulan güç Provence bölgesine girdi ve Albigen olanları da olmayanları da
öldürdü ve topraklarını ellerinden aldı.
Haçlı ruhu sonunda 14. yüzyılda, Kudüs'ün Memlûk ve Osmanlı saldırılarına
karşı koyamayıp düşmesiyle son buldu, yüzyıl savaşları, İtalyan şehir
devletlerinin anlaşmazlıkları ve Büyük Salgın Haçlı Seferlerini bitirdi. Sonuç
korkunçtu. Bizans İmparatorluğu darmadağın oldu. Yüz binlerce insan öldü ve
Müslümanlar Avrupalıları mutlaka püskürtülmesi gereken işgalciler olarak
görmeyi öğrendi. Savaş ve özgürleşmenin ardındaki olumlu fikirler her zamanki gibi hırsa, idealizm çılgınlığına, dinsel bir nefrete; zalim ve uzun bir acıya

dönüştü.

Koskoca Bir Kıtanın Kişisel Nedenle Kaybı İS 1001

11. yüzyıl Viking halklarının en güçlü olduğu dönemdi. Kanunları çok iyi
düzenlenmiş, vahşetleriyle ünlenmişlerdi. Yöneticileri dünyanın en zengin ve en
güçlülerindendi. Bizans İmparatorluğu'nun gurur duyduğu şeylerden biri,
İmparator Varangian'ın muhafızlarının tamamen Rusya'dan ve
İskandinavya'dan gelme Vikinglerden oluşmasıydı. Vikingler gemileriyle
Dublin'den Kiev'e kadar yelken açarlardı.
Ama şaşırtıcı bir şekilde, Amerika kıtasına yerleşmediler. Hem de Avrupalılar
arasında yerleşme olanağına ilk onlar sahip olmuşken... Vikinglerin toprak
hırsları, neredeyse altına duydukları kadardı. Nova Scotia kıyılarındaki yemyeşil
'Vinland' harika bir ödül olacaktı onlar için. Ayrıca Vikinglerin yerleştiği
İzlanda'dan ve Grönland'dan daha iyi bir iklimi vardı. Toprağı verimsiz, havanın
hep kasvetli olduğu anavatanları Norveç'ten de iyiydi. Yerlilerin karşı koyması
yerleşmelerine bir engel teşkil etmedi.
Amerika'ya yerleşen Avrupalı göçmenlerin yerlilere karşı sahip oldukları tüfek
gibi teknolojik üstünlükleri olmasa da zırhları ve çelik silahları yetmişti. Hem de
pek uzak değildi. Grönland'dan Amerika kıyısına gitmek, Norveç'ten İzlanda'ya
ya da İzlanda'dan Grönland'a gitmenin yarısı kadardı. Bugün bile Nova Scotia'da
durursanız, ufukta yüksek Grönland zirvelerinin gölgesini görebilirsiniz. Öyleyse
Avrupa'nın en yayılmacı, en dinamik insanlarından olan Vikingler yağmaya
böylesine hazır bu kıtayı neden tercih etmediler?
Bunun yanıtı, Viking tarihinin en ünlü iki adamının karanlık geçmişlerinde
yatıyor. Birisi Kızıl Eric, ya da nam-ı diğer Kanlı Eric; diğeri de oğullarından Leif
Ericson'du.
Vikingler, tecavüz ve çapulculukta kötü bir üne sahip olsalar da, Kızıl Eric onlar
için bile çok vahşiydi. Norveç'te ufak bir kavga sonucunda silahsız bir
komşusunu öldürdüğü için önce Norveç'ten İzlanda'ya sürgüne gönderildi. Orada
oğlu Leif doğdu. İzlanda'ya yerleştikten sonra yeni bir kavgaya tutuştu ve orada
uzun süredir yaşayanlardan birini öldürdü. O sıralar onu sürgüne gönderecek
başka bir yer olmadığı için, Eric'e birkaç komşusunun olduğu İzlanda'nın batı
kesimine yerleşmesi emredildi. Bu da bir işe yaramadı.
982 yılında Eric yeniden kavga sonucunda birisini öldürmesiyle 'Kanlı' lakabıyla
anılmaya başladı. Böylece Eric İzlanda'dan da uzaklaştırıldı. Ama katil aynı
zamanda insanları etkilemesini de biliyordu. Etrafına bir grup memnuniyetsiz,
sıkılmış Viking'i topladı. Uzun yola dayanaklı gemiler inşa ettiler ve batıya doğru
yelken açtılar.
Eric ve arkadaşları, kara görene kadar beş yüz mil yol aldılar. Eric, yeşil ülke
anlamına gelen Grönland adını, buzla kaplı bölgeye yeni insan çekmek için
koymuştu. Eric ve arkadaşları İzlanda'ya geri döndüler ve orada bir koloni kurmak üzere birkaç yüz Vikingli aileyi ikna ettiler. Hava kötü, toprak kayalık
olmasına rağmen burada yaşayan başka kimsenin olmaması her şeyi katlanılır
kılıyordu. Böylece Eric'in bilfiil komutası altında belki de beş yüz kişiden oluşan
bir koloni Grönland'e yerleşti.
1001 yılında, o zamanlar bütün Vikingleri çeken gezi tutkusu Eric'in oğlu Leif in
de kanına girdi. Ama gitmek için kesin bir hedef belirlemişti. Çeşitli belirtilere ve
söylenenlere göre daha batıda başka bir ada daha vardı. Babası hala Grönland'ın
yöneticisiydi ve bu da Leif'in gemisine adam toplayarak, bu adayı keşfetmek
üzere yelken açmasına olanak verdi. Şaşırtıcı bir şekilde kısa süren bir
yolculuktan sonra Nova Scotia'nın kıyısına vardılar. Babası gibi, Leif de iyi bir
ismin insanları çekeceğini bildiğinden buraya Vinland adını verdi.
Vinland'ın anlamının üzümle pek bir ilgisi yoktu, doğru tercümesi "bereketli" ya
da "dostane" ülke olabilir. Sonra, artık bin beş yüz kişilik kalabalık bir topluluğa
sahip Grönland'a döndü. Babası gibi o da Vinland'ın keşfini duyurmak,
yerleşecek insan çekmek ve babasının Grönland'da yaptıklarını yapmak
istiyordu.
Ama kader buna izin vermedi. Kızıl Eric tahtını Leif'e bırakarak öldü. Anladığımız kadarıyla Grönland'ı iyi yönetmiş ve liderliği zamanında koloni
genişlemişti. Ama Leif, yönetiminin ilk birkaç yılında ülkesiyle ilgilenmekten
Vinland'a hiç vakit ayıramadı. Bu yüzden Vinland'la ilgilenme görevini kız
kardeşi, Freydis'e verdi.
Freydis'in araştırma gezileri sonucunda ilk kez Vikingler ve Amerika yerlileri
birbirleriyle karşılaşmış oldu. Vikingler taş ev yapmaya başladıklarında kalmaya
karar verdikleri anlaşılınca, yerliler çevrelerinde küçük bir kontrol halkası
oluşturdular. Bir araya geldiler ve elli kadar Vikingi gemisini geri püskürttüler.
Vikingler kaybetmiş olsa da Freydis bu kaybedilen çatışmada bile bir kahraman
olmuştu. Geri dönüp yerlilerin üstüne vahşi bir şekilde saldırarak, gemiler
güvenle yola çıkana kadar geri çekilmelerini sağlamıştı.
Freydis, birkaç yıl sonra daha büyük bir grupla geri döndü. Bu sefer daha iyi
silahlanmışlardı, sayıca daha fazlaydılar. Ama koloninin kaderi çoktan kötü
çizilmiş gibiydi. Freydis'in gemisi karaya ilk çıkanlardan değildi. Freydis
geldiğinde, sahiplenmeyi düşündüğü eve daha önce gelen iki erkek kardeş ve
ailelerinin yerleştiğini gördü.
Babası, Kanlı Eric'in geleneğini sürdüren Freydis bunu kabullenemedi. Her iki
kardeşi birden öldürdüğünde kimse araya girme gereğini duymadı. Ama
karılarının ve çocuklarının da öldürülmelerini emrettiğinde kimse bunu yapmaya
yanaşmadı. Öfkeden deliye dönen Freydis, eline bir savaş baltası aldı ve bu işi de
kendi halletti.
O yıl sömürgeciler kışı geçirmek için Grönland'a döndüler. İki ailenin katlinin
duyulmaması için çaba harcandı ama birileri yine de konuştu. Bu, Leif'i çok zor
bir duruma soktu. Kız kardeşi nedensiz yere, Leif'in korumakla sorumlu olduğu
kadınları ve çocukları öldürmüştü. Kurallara göre katili öldürtmesi gerekiyordu,
ama aynı zamanda kendi kız kardeşini ölüme göndermesi Viking kurallarını
çiğnemesi anlamına geliyordu. Sonunda, üzüntüyle ve kendini zorlayarak Leif bir
çözüm buldu, kız kardeşini sürgüne gönderdi ve Vinland'a gidilmesini yasakladı
Belki de, Vinland'da hiç yerleşim olmazsa, hafızalardan bu kötü anıyı
silebileceğine ve kız kardeşini geri getirebileceğine inanıyordu. Ya da bu
fiyaskodan o kadar hayal kırıklığına uğramıştı ki, katliamın gerçekleştiği yerin
bir daha ne adını duymak, ne de görmek istiyordu.
Böylece yıllar boyunca yasak sürüp gitti. Hatta Leif'in ölümünden sonra kötü
hasatlar, zor kışlar yaşanmasına rağmen koloniyi batıya, Kuzey Amerika'ya
doğru yaymamaları, bunu akıllarına bile getirmediklerini gösteriyor. Bunun
yerine birçok kişi Grönland'da kalmalarının olanaksızlığını anladılar ve tekrar
İzlanda'ya döndüler. Birkaçı kalmaya devam etti, ama iki yüz elli yıl sonra
Grönland, tekrar kıta Avrupasından kimsenin olmadığı bir yere döndü.
Bu arada bütün bu yıllar sırasında, sadece ailede bir katil olduğu için Leif'in
Vinland'a koyduğu yasak saygı gördü. Sonuç olarak, dönemin en dinamik ırkı
Kuzey Amerika'yı işgal etme şansını kaçırmış oldu. Eğer Eric'in oğlu, kız
kardeşinin gözden düşürdüğü topraklara gitmeyi yasaklamasaydı, bugün dünya
ne kadar farklı olurdu?

Ama o zaman, yapılacak en iyi şey gibi görünmüştü.